<data:blog.title/>

<data:blog.pageName/>-<data:blog.title/>









19 Aralık 2013 Perşembe

Abdullah bin Hasan - 19.12.2013

Abdullah bin Hasan rahmetullahi aleyh, Tebe-i tâbiînin hadis âlimlerindendir. Seyyid olup nesebi Hazret-i Hüseyin’e ulaşmaktadır. 69'da (689) Medine'de doğdu. Daha sonra Şam’a gitti. Ömer bin Abdülazîz katında büyük bir itibarı vardı. Abbasiler iktidara gelince Halife Mansur, Emevilere yakınlığını bahane ederek onu hapsettirdi. 145 (m. 762)’de hapishanede vefat etti. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Ensârdan Ebû Saîd (radıyallahü anh) anlatır: Çoluk-çocuk açlıktan muzdarip olduk. Ailemin de teşvikiyle Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip bir şeyler istemeye karar verdim. Huzurlarına varınca ilk olarak şu mübârek sözlerini duydum: “Kimin gözü tok olursa, Allah onu zengin kılar. Kim iffetli olursa, Allahü teâlâ onun mükâfatını verir. Kim de bizden bir şey isterse, eğer bulabilirsek hiç esirgemeyiz.” Bu mübârek sözlerini duyunca, hiçbir şey istemeden Resûlullah efendimizin huzûrundan ayrıldım. Çok geçmeden durumumuz düzeldi öyle ki, Ensâr arasında malı en çok olan biz olduk.
Hazreti Ali (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz yatağında şöyle duâ ederdi: “Allahım, ben, idaren dışına çıkamayan bütün hayvanların şerrinden, senin kerîm olan cemaline, hükmüne ve ilmine sığınırım. Allahım, günahkârı da, borçluyu da sen meydana çıkarırsın. Allahım, sen ordunu hezimete uğratmazsın. Vaadinden dönmezsin. Senin kuvvetinin yerini hiçbir kuvvet tutamaz. Seni tesbih ederim, Allahım, sana hamd ederim.”
Hazreti Ali rivâyet etti: Bir gece Resûlullah efendimizin yanında kaldım. Namazı bitirip, yatağa girdiğinde şöyle dua ettiğini duydum: “Allahım, senin cezalarından, senin affına sığınırım. Allahım, ne kadar uğraşsam seni övmeye gücüm yetmez. Sen, kendini övdüğün gibisin.”
Ümmü Seleme (radıyallahü anha) anlatır. Sahabeden bir zat, Resûlullah efendimizin evinin yanında hapşırıp da “Elhamdülillah” deyince, Resûlullah efendimiz de ona “Yerhamükellah” diye dua buyurdular. Sonra bir başkası daha hapşırıp, “Âlemlerin Rabbi olan Allaha bol bol hamd ve şükür olsun” deyince de, Resûlullah efendimiz, “Bu, ötekinden ondokuz misli fazla sevap aldı” buyurdu.
19.12.2013
[Continue Reading]

Melekten ilham, şeytandan vesvese gelir! - 19.12.2013

Allahû teâlâ herkesin kalbine bir melek vazifelendirmiştir. Bu melek insana iyi düşünceler ilhâm eder. Şeytân da, insanın kalbine kötü düşünceler, vesveseler getirir. Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Haram yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir.
İlhâm ve vesvese devâmlı olmaz. Nefsin kalbe verdiği kötü düşünceler ise, devâmlıdır, gittikçe artar. Vesvese, duâ edilirse, dine uygun yaşanırsa azalır ve zamanla yok olur...
Nefsin arzuları, ancak kuvvetli mücâdele ile azalır, yok olur. Şeytân, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar. Başka taraftan yine gelir. Bu defâ da aldatamaz ise vazgeçer. Nefis ise kaplan gibidir. Hedefine ulaşamadıkça vazgeçmez. Saldırması, ancak öldürmekle biter.
İnsan, şeytanın vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesvese başlar. Bazen çok hayırlı işe mani olmak için, az hayırlı olan şeyleri yaptırmak ister. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yaptırmaya teşvik eder.
Şeytânın yaptırmak istediği hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Meselâ nâfile namazlarla meşgul edip, farzları yaptırmaz. Sağa sola çok sadaka verdirip zekât verdirmez...
İlhâm olunan şeyler insan için en kıymetli şeylerdir. İslâmiyete uygundur. Şeytandan gelen vesvese ise dinden uzaklaşmaya sebep olur.
İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalıdır. Dikkat edilecek husus ilhâmın cinsini anlamaktır. Bu da İslâmiyete uygun olup olmadığına bakılır. Karar vermekte zorlanırsa, salih bir âlime sorulur.
Kalbe gelen düşünceler meleklerden gelen ilhamlar mı, yoksa şeytanlardan gelen vesveseler mi? Buna çok dikkat etmelidir.
Salih olmayan, namazını kılmayan, dine uygun yaşamayan kötü din adamına sorulmaz. Zamanımızda, her yerde çok bulunan cahil tarikatçıları ve yalancı şeyhleri, hakiki rehber sanmamalıdır. Böylelerinin tuzaklarına düşerek dünyada ve ahirette saâdetten mahrum kalmamak için çok uyanık olmalıdır. Kalbe gelen düşünce, nefse acı gelirse, yapmak istemezse hayır olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır.
İnsanın kalbi yani gönlü madde değildir. Elektrik ve mıknâtıs dalgaları gibidir. Yer kaplamaz. Fakat, göğsümüzün sol tarafında bulunan yürek dediğimiz et parçasında, kuvvetli tesiri meydana gelir...
Akıl, nefis ve ruh da kalb gibi birer varlıktır. Bu üçünün de kalb ile bağlantısı vardır. İnsanın, gözü kulağı, burnu, ağzı ve cildi ile hissettiği renk, ses, koku, tat, sıcaklık ve sertlik gibi şeyler duygu sinirleri ile beyne gelir. Beyin de bunları hemen kalbe bildirir.
Meleklerden gelenler ile, şeytanlardan gelenlerin tamamı kalbe girer. İnsanın aklı da hakemlik yapar. Akl-ı selim sahibi meleklerden gelenlere itibar eder, onları beğenir ve yapar. Dünyada da ahirette de mesut olur. Akl-ı selim sahibi olmayan ise bunları beğenmez ve yapmaz iki cihanda da büyük sıkıntılarla karşılaşır.
Yol ayırımında olan her insan bu iki yoldan birini seçmeye mecburdur...
19.12.2013
[Continue Reading]

"Beni imtihan için geldin!" - 19.12.2013

Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine gelmişti. Adamlarından birkaçını, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine göndermiş ve o mübareği yanına çağırtmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim" dedi. Sonra birlikte evine gittiler.
Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı, fakat ayağa kalkmadı...
Sultan, sohbet esnasında;
-Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi? diye sordu. O da; 
-Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu, diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
-Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? dedi.
Ebü'l-Hasan hazretleri şöyle buyurdu: 
-Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi!
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı... Sultan Mahmûd gitmek isteyince, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd;
-Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştiniz, fakat şimdi ayağa kalkıyorsunuz. O hâl ne idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu. Ebü'l-Hasan hazretleri, Sultan'ın bu sorusuna şöyle cevap verdi:
-Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldiniz. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsunuz ve dervişlik devletinin güneşi üzerinizde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğunuzdan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğunuz için kalktım...
19.12.2013
[Continue Reading]

Güzel bir emr-i maruf - 19.12.2013

Elli altmış yaşlarında bir Müslüman, bir gün çeşme başında abdest alıyordu ki Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin onu görüp çok üzüldüler. Çünkü doğru almıyordu abdestini.
Edeple yaklaştılar:
“Selamün aleyküm amca.”
“Aleyküm selam evlatlar.”
Hazret-i Hasan:
“Amcacığım, biz iki kardeşiz. Aramızda ‘Ben daha doğru abdest alıyorum’ diye bahse girdik. Bize, bu konuda hakem olur musunuz?” dedi.
Adam sevdi onları:
“Olurum tabii” dedi.
“Sağolun amca. Şimdi izninizle biz birer abdest alalım. Kararı siz verin. Bakalım hangimiz bahsi kazanacak?”
“Peki haydi bakalım.”
Önce Hazret-i Hasan; farzına, sünnetine ve bütün edeplerine riayet ederek mükemmel bir abdest aldı.
Ve kardeşine dönüp:
“Sıra sende” dedi.
Hazret-i Hüseyin de mükemmel bir abdest aldı. Yaşlı adam onları dikkatle takip ediyordu.
Hazret-i Hüseyin sordu:
“Hangimiz kazandık amca?”
“İkiniz de kazandınız çocuklar, ben kaybettim” dedi.
“Nasıl yani amca?”
“Evlatlarım! İkiniz de çok doğru ve mükemmel abdest aldınız ve bana da öğrettiniz. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Allah sizden razı olsun” dedi.
Çocuklar:
“Sizden de amca” dediler.
Ve ayrılıp gittiler...
19.12.2013
[Continue Reading]

"Ilımlı İslam" olur mu? - 19.12.2013

Sual: İslamiyet’te zorlama yoktur. (Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, hoşgörülü olun) deniyor. Sarhoş olmayacak kadar içki içilemez mi? Tesettüre tam uymanın mânâsı nedir? Namaz yerine fakir doyurulamaz mı? TV seyrederken koltukta namaz kılınamaz mı?
CEVAP: (Kolaylaştırın) demek, (Size güç gelen ibadetleri yapmayın, onları istediğiniz gibi değiştirin) demek değildir. (Dinimizin bildirdiği kolaylıklardan faydalanın) demektir. Zamana, yere ve şahısların durumuna göre bazı ruhsatlar tanınmıştır. Sualdeki sorulara cevap verelim:
İçkinin sarhoş etmese de damlası haram olduğu gibi, tesettür de farzdır. Kolaylaştırmak veya zorlaştırmakla bir alakası yoktur. Fakir doyurmakla namaz kılınmış sayılmaz. Öyle olsaydı, dinin sahibi, (Namaz kılmak yerine fakir doyurun) derdi. (Ayakta namaz kılamayan, oturarak kılsın; oturarak kılamayan yatarak kılsın) buyuruyor. Kilisedekiler gibi, (Sandalyeye veya koltuğa otur!) demiyor.
Dinimiz, nerelerde nasıl kolaylık olduğunu göstermiştir. Kendi aklımıza göre yaparsak dine uymamış oluruz. Birkaç örnek:
1- Su yoksa veya su varken kullanılması zararlıysa, mesela hastalanacaksa teyemmüm eder.
2- Hasta ve âciz olan, oturamazsa, namazı yatarak îma ile kılar. Koltuğa oturup kılmaz.
3- Ramazan ayında, Müslümanlara oruç tutmak farzdır, fakat bir kimse hasta olsa veya üç günlük yoldan daha uzak bir yere sefere çıksa, oruç tutmak farzı üzerinden geçici olarak kalkar. Daha sonra, müsait bir vaktinde tutamadığı oruçlarını kaza eder.
4- Seferî uzaklıktaki yolculuklarda dört rekâtlı farzlar iki rekât olarak kılınır. Seferde oruç tutmak güç gelirse tutmayıp mukim olunca kaza edilir.
(Dinde zorluk yoktur) demenin başka bir mânâsı da vardır. Mesela her gün oruç tutmaya, gece uyumayıp sabaha kadar ibadet etmeye kendini zorlamak dinde yoktur. Allahü teâlânın kullarına olan ihsanları ve emirleri herkese eşit değildir. Mesela, zengine zekâtı emrederken fakire emretmez. Gücü, kuvveti, sağlığı yerinde olanın, oruç tutmasını emreder. Sağlığı müsait olmayanların da tehir etmelerine izin verir. Herkese gücü nispetinde emir verir.
19.12.2013
[Continue Reading]

Allah’ın Arş’a istiva etmesi - 18.12.2013

Sual: (Allah’ın Arş’a istiva etmesi, Allah’ın Arş’ı hâkimiyetine almasıdır) deniyor. Zaten bütün mahlûkat Allah’ın hâkimiyeti altında değil mi? O zaman Arş niye özellikle belirtiliyor?
CEVAP: Allahü teâlâya göre, elbette Arş da diğer mahlûklar gibidir. Hepsini yaratan Allah’tır, fakat Arş, farklı özelliklere sahip olup yaratılmışların en büyüğüdür. Bunun için, Arş’a hâkimiyet bildirilmiştir. Allahü teâlânın âlemlerin, herkesin Rabbi olduğu bildirildiği hâlde, Kur’an-ı kerimde,(Mekke’nin Rabbi) buyurulmaktadır. Yine Peygamber efendimize hitaben,(Rabbike [Senin Rabbin]) ifadesi vardır. (Senin Rabbin) demek, âlemlerin Rabbinden ayrı değildir. (Senin Rabbin) ile (Mekke’nin Rabbi) ifadelerindeki Rab, farklı değildir. Farklı olmadığı hâlde, Resulullah’ın ve Mekke’nin önemini belirtmek için ayrı ifade kullanılmıştır. Allahü teâlâ mekândan münezzehtir. Kâbe, kıymetli, şerefli yer olduğu için (Beytullah), yani (Allah’ın evi) denmiştir. Arş da çok kıymetli, şerefli olduğu için (Arş’ın Rabbi) ve (Arş’a istiva etti) ifadeleri kullanılmış, yani (Arş’ı hâkimiyeti altına aldı) denmiştir. Bunun gibi İstanbul valisi denince, Fatih’e, Beşiktaş’a Üsküdar’a karışmaz anlamı çıkmaz. En büyük olan İstanbul söylenince, ilçelerin de valinin hâkimiyetinde olduğu zaten anlaşılır. İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Arş, mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve daha nurludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki ona, (Arşullah) denir. Yoksa Allahü teâlâya göre, Arş da diğer eşya gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyada bu kabiliyet yoktur. Aynada görünen bir insana, (Aynanın içindedir) denilir mi? O insanın aynaya olan nispeti, karşısında bulunan diğer eşyaya olan nispeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münasebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşya arasında fark vardır. Ayna, insanın suretini gösterebiliyor, diğer eşya ise göstermiyor. (2/67)

BADEMCİK İLTİHABI

Sual: Abdest alırken, bademciklerden nohut, mercimek büyüklüğünde iltihap gelse, abdesti bozar mı?
CEVAP: Hayır, bozmaz.
18.12.2013
[Continue Reading]

Allah’ın işitmesi ve görmesi - 17.12.2013

Sual: Kitaplarda, (Allahü teâlâ işitir, görür, ama Onun işitmesi, görmesi bizimki gibi vasıtayla, yani göz ve kulakla değildir) diye bildiriliyor. O zaman bunun gibi, (Allah’ın gözü, kulağı vardır; ama bizim gözümüze, kulağımıza benzemez, nasıl olduğu bilinemez) demek caiz olur mu?
CEVAP: Hayır, kesinlikle caiz olmaz. Bunu söyleyen, Mücessime ve Müşebbihe ismindeki sapık fırkalardır. Bunlar, (Allah cisimdir) diyerek Onu mahlûklara benzetiyorlar. Bunun gibi Vehhabiler de, (Allah’ın eli vardır, ama bizimki gibi değildir, nasıl olduğu bilinemez) diyorlar. Hâşâ, (Gözü, kulağı veya eli vardır) demek, yaratılmışlara benzetmek olur. (Gözünün, elinin nasıl olduğu bilinemez, bilinen şeylere benzemez) dense de, mahlûklara benzetilmiş olur, çünkü göz, kulak ve el birer organdır yani maddedir, cisimdir. Allahü teâlâ ise, bunlardan uzaktır. Bir âyet-i kerime meali:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11]
İmam-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: Allahü teâlâ, madde ve cisim değildir. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır, bildirdiği sıfatları da vardır, fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen her şeyden münezzehtir, uzaktır. İnsanlar Onu anlayamaz. (2/67)

EV NAFAKAYA DÂHİLDİR

Sual: S. Ebediyye’de, (Kira ile ev tutmak varken, ev satın almak zaruret değildir) deniyor. Bu ifade, (Kira ile ev tutmaya gücü yetenin faizli krediyle ev alması caiz değildir) anlamına gelmez mi?
CEVAP: Evet, o anlamdadır, ama burasını S. Ebediyye kitabını hazırlayan merhum Hocamıza sormuştuk. Bu hükmün, gayrimüslim ülkeler için geçerli olmadığını, mesela Avrupa’daki bir Müslümanın, ev nafakaya dâhil olduğu için krediyle ev alabileceğini bildirmişlerdi. Yani kira ile ev tutabilen de, krediyle ev alabilir.

RESİM ŞEKLİNDE KÜPE

Sual: Herhangi bir hayvan şeklinde küpe veya kolye takmak caiz mi?
CEVAP: Caiz değildir.
17.12.2013
[Continue Reading]

Fâsıklara inanılmaz - 16.12.2013

Sual: Fâsık bir kimsenin, doğru söylediğine inandığımız dînî konulardaki sözlerine itibar edilmez mi? Mesela piyasadaki gıdalar ve meşrubatlar için söyledikleri geçerli olur mu?
CEVAP: Doğru söylese de, onun sözü senet kabul edilmez. Mesela, (Kıble bu taraftır), (Bu gıda temizdir, necistir) veya (Bu helâldir, haramdır) dese, dediği de doğru olsa, ezan okuması gibi geçersiz olur. Soran kimsenin, kendi araştırıp anladığına uyması lazımdır. (Mizan-ül Kübra)
Fâsık, ezan okurken, (Allahü ekber) diyor. Yani (Allah büyüktür) diyor. Yalan söylemiyor. Ama fâsık olduğu için onun okuduğu ezan, dinen sahih olmuyor. Fâsık, mutlaka yalan söyleyeceği için değil, doğru da olsa, sözü geçerli olmadığı için, din ona itibar etmiyor. Bunun için, fâsıkların, söyledikleri doğru olsa bile, (Kolada alkol var, şu gıdada domuz yağı var, falanca firma tavukları Besmelesiz kesiyor) demelerine itibar edilmez.

DARGINLAR BARIŞMALI

Sual: Birkaç arkadaş, bana dargın, konuşmuyorlar. Ne yapmam uygun olur?
CEVAP: Müslümanların dargın durması kötüdür. Dargınları barıştırmak sevabdır. Dargın durulmayıp barışmalı. Hoşlanılmayan kimseyle de, samimi olmamalı, ama rastlayınca selamlaşma ihmal edilmemeli. Yani konuşmamakla dargın durmak farklıdır. Zararı gelecek kimseyle konuşmak gerekmez, ama rastlayınca selam vermelidir.

33’LÜK TESBİH KULLANMAK

Sual: Tesbihi elime alınca Allah’ı hatırlıyorum. Dışarıda, yollarda riya, gösteriş olmaması için 99’luk tesbih yerine 33’lük tesbih kullanmak uygun olur mu?
CEVAP: Riya kalbde olur. Evde bir kişinin yanında da riya olabilir. Dışarıda başkalarının dikkatini çekiyor. 33’lük tesbih, 99’luğa göre daha az dikkati çeker, kullanılabilir. Genelde 33’lük tesbihle oynayanlar çok olduğu için, zikir olduğu pek anlaşılamaz. Burada önemli olan, dikkati çekmemektir.

İSLAM HARFLERİYLE KARIŞTIRMAK

Sual: İslam harfleriyle Latin harfleri karışık yazılabilir mi?
CEVAP: İslam harfleriyle Latin harflerini karışık yazmak caizse de, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, karışık yazılmaz.
16.12.2013
[Continue Reading]

Kendimizi düzeltmeden başkasını düzeltemeyiz - 15.12.2013

Asıl cihad, nefsle yapılan cihaddır, yani günah işlememektir. Günah ateştir. Bu ateşten, önce kendimizi kurtarmaya çalışmalıyız. O zaman çok faydalı bir insan oluruz ve ancak o zaman bizim ağzımızdan çıkan her kelime insanların kurtulmasına vesile olur. Bazı insanlar, vaaz kürsüsüne çıkınca, çok şey anlatır. Fakat anlatılanlar dinleyenlerin kalbine tesir etmez. Kapıdan çıkan birine, vaizin ne anlattığı sorulsa, anlatılanlar hoşuna gitmiş olsa bile, ne anlatıldığını bir türlü tam olarak hatırlayamaz. Çünkü anlatan kişi, başkalarına (Şunu yapın, şunu yapmayın!) der, fakat kendisi buna uymaz.
Kur’an-ı kerimde mealen, (İnsanları iyiliğe teşvik edip de kendinizi unutuyor musunuz? Niçin kendi yapmadıklarınızı başkalarına söylersiniz) buyuruluyor. Onun için büyüklerimiz, az konuşmuşlardır. Ama bir defa konuşunca da, yaptıkları nasihat, mermere kazınır gibi insanın ciğerine yazılır, asla unutulmaz. Neden büyüklerimizin kitaplarını okuyanlar, Allah’a dönüyor, namaza başlıyor, günahları bırakıyor? Çünkü onu yazan, önce onu kendisi yapıyor.
Bizim de çoluk çocuğumuza, konu komşumuza, herkese faydalı olabilmemiz için, önce kendimize faydalı olmamız lazımdır. Önce, iğneyi kendimize batırmalıyız. Çuvaldızı başkasına batırmak zor bir şey değildir, onu zaten herkes yapıyor. İnsan daima karşısındakinin kusurlarını görür, hiç kendisini görmez. Bir defa da kendimizi görelim. Biz neyiz ve kimiz? Ne yapıyoruz? Kendisinin hesabını görmeyenin hesabını çok ağır görürler. Biz maalesef başkasının hesabını görmeye alıştık. Hep başkasını tenkitle, hep başkasını hidayete getirmekle, hep başkasını düzeltmekle uğraşıyoruz. Kendimiz ne zaman düzeleceğiz?
Büyüklerimizin kitapları, dinimizin öğrenilmesi ve tatbik edilmesi için yazıldı. İslamiyet’in imandan sonra ilk emri, dinimizi öğrenmektir. Çünkü bilmemek mazeret sayılmaz ve cehaletle yapılan ibadetler kabul olmaz. Onun için mutlaka dinimizi öğrenip öğrendiğimize uygun yaşamalıyız. Böylece önce kendimize, sonra da başkalarına faydalı olmuş oluruz.
15.12.2013
[Continue Reading]

Başarılı olmak için - 14.12.2013

Dinimize hizmet ederken başarılı olmak için günahtan sakınmak şarttır.
Halife Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerini, bir savaşta başkomutan tayin eder. Düşman ordusu çok kuvvetlidir, çok sayıda filleri vardır. Müslümanlarda ise sadece at, kılıç ve ok vardır. Savaşa başlamaya az zaman kalmışken, Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerine şöyle bir mektup yollar:
(Ya Sa’d, düşmanın çokluğundan korkma, Allah’tan kork, Ona sığın! Askerine, malına, mülküne, kabiliyetine güvenme! Bunların hepsi ancak Allahü teâlânın izni ve yardımıyla işe yarar. O izin vermezse, yardım etmezse, bir işe yaramazlar. Günah işleme ve günah işletme! Eğer askerlerinin arasında günah işleyen varsa, ona iş verme, onu ayır! Çünkü Allah, günah işleyen kavmi muvaffak etmez. Eğer askerlerinin arasında haram işleyen olursa, İran ordusuyla aranızda fark kalmaz.)
Mektupta hiçbir savaş taktiği yoktur. O hâlde başarılı olmak için şu üç hususa dikkat etmeli:
1- Allah’tan korkmak: Çünkü Peygamber efendimiz, (Bütün hikmetlerin, iyiliklerin başı, Allah korkusudur) buyuruyor.
2- Haram işlememek: Haram denince, içki, kumar, zina gibi meşhur haramlar hatıra gelir. Hâlbuki gıybet, zinadan büyük günahtır, kanser mikrobu gibidir. Bu kanser de yayıla yayıla hizmetleri engeller, cemiyetleri çökertir. Hele kalb kırmak, Kâbe’yi yetmiş sefer yıkmaktan büyük günahtır. Bu günahları işleyen kimsenin, (Şu kadar hizmet ettim) diye sevinip övünmesi çok yanlıştır! Dinimizde haramdan sakınmak, farzı yapmaktan önce gelir. Günah işleyerek ibadet yapılmadığı gibi, hizmet de yapılmaz. Allahü teâlâ, günah işleyen topluma yardım etmez. Biz önce günah işlememekte başarılı olmayı düşünmeliyiz. Aksi hâlde, belki başkası bizim yaptığımız hizmetler vesilesiyle kurtulup Cennete gidebilir, ama biz yanarız. Başkasını kurtarıp kendini ateşe atmak, aklı olan bir insanın yapacağı iş değildir.
3- Kibirlenmemek: Kendimizi ve yaptığımız işleri beğenmemeliyiz. Her ne olursa olsun, nefsimize arka çıkmamalıyız. Din kardeşimizi kendi nefsimize tercih etmeliyiz. Kendimizi kusurlu görüp, (Allah, beni ıslah etsin) demeliyiz.
14.12.2013
[Continue Reading]

“İslam Peygamberi” demek - 13.12.2013

Sual: Peygamber efendimize, İslam Peygamberi demek uygun mudur?
CEVAP: Kesinlikle uygun değildir. Peygamber efendimiz, Resulullah efendimiz demelidir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim) ve (Seni bütün insanlara peygamber gönderdim) buyurulmasına rağmen, Miracı ve başka mucizeleri, tevil suretiyle inkâr eden Hamidullah ise, yazdığı kitaba, yalnız Müslümanların peygamberi olduğunu anlatan İslam Peygamberi ismini vermiştir. Kâfirlerin inançları böyledir, ama Müslüman olan böyle inanmaz ve böyle yazmaz. İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberlerin en yükseği, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamdır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların, meleklerin ve cinlerin peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin, o yüce peygambere tâbi olması, uyması lazımdır. (Kimya-i saadet)
İki hadis-i şerif:
(Ben insanların tamamına peygamber olarak gönderildim.) [Buhârî]
(Her peygamber yalnız kendi kavmine geldi, ben ise bütün insanlara gönderildim.) [Müslim]
O hâlde bir Müslüman, gayrimüslimlere yaranmak isteyen Mr. Hamidullah gibi (İslam Peygamberi) dememeli, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi, (Bütün insanların ve cinlerin Peygamberi) demelidir.

ŞARTA BAĞLI BOŞAMA
Sual: Bir kimse, hanımına, (Falan yere gidersen, üç talakla boş ol!) dese, hanımının da, o yere gitmesi mutlaka gerekiyorsa, bunun kurtuluş çaresi var mıdır?
CEVAP: Evet, çaresi vardır. Hanımını bir talakla boşar. İddet zamanı bittikten sonra, hanımı boş olduğu için, artık gidilmesi gereken yere gider. Daha sonra, hanımla tekrar nikâh kıyarlar. Hanımı artık oraya gitse de, üç talakla boşanmış olmaz. Bağın biri koptuğu için, kalan iki bağ ile evliliğe devam ederler. (Nimet-i İslam)

TEYEMMÜMDE NİYET
Sual: Cenaze namazı kılmak veya tilâvet secdesi yapmak için teyemmüm etmiş olan bir kimse, bu niyetle aldığı teyemmümle farz namaz da kılabilir mi?
CEVAP: Evet, kılabilir. (Fetava-yı Hindiyye)

Tel: 0 212 - 454 38 20  www.dinimizislam.com / www.mehmetalidemirbas.com
13.12.2013
[Continue Reading]

Engelliye acımak - 12.12.2013

Sual: (Engelliye acıma, sevgi göster! Acıyan, acınacak hâle düşer) deniyor. Acımayı kötülemek yanlış değil mi?
CEVAP: Elbette yanlıştır. Acımak, merhamet etmek şefkat göstermek demektir. Allahü teâlânın Esma-i hüsnasındaki Rahman, Rahim, Rauf gibi isimlerinin anlamı, merhamet eden, acıyan, şefkat gösteren demektir. Bir âyet meali:
(Allah çok acıyıcı, çok merhamet sahibidir.) [Furkan 70]
Erham-ür-rahimin, demek de, merhametlilerin en merhametlisi, acıyanların en çok acıyanı demektir. Allahü teâlâ Eshab-ı kiramı, (Birbirine acır) diye övüyor. (Feth 29)
Acımanın zıddı, gaddarlık, zulüm, merhametsiz ve katı kalbli olmaktır. Sanki (Acıma!) demek, (Zulmet!) demek gibi bir şey oluyor. (Acıma, vur!) der gibi. Acımak imanın şartıdır. Resulullah'ın "sallallahü aleyhi ve sellem" acıması çoktu. Tasavvuf, herkese acımak demektir. Acıyan kimse, başkalarına dert, felaket gelmesine üzülür, herkesin sıkıntıdan kurtulmasına çalışır. Kâfir mümin herkese, hattâ bütün hayvanlara merhamet etmek gerekir. Peygamber efendimiz, (Merhametli olmayanın, acımayanın imanı olmaz)buyurunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, hepimiz merhametliyiz) dediklerinde, (Bir arkadaşa merhamet kâfi değildir. Bütün mahlûkata merhametli olmak gerekir) buyurdu. (Taberanî)
Peygamber efendimiz, acıyarak, bir âmâyı [görme engelliyi] kırk adım götürenin Cenneti hak edeceğini bildirmiştir. (Beyhekî)
Birkaç hadis-i şerif:
(Allah’a yemin ederim ki, birbirinize acımadıkça Cennete giremezsiniz.) [Hâkim]
(Ancak merhametli olan, acıyan Cennete girer.) [Beyhekî]
(Zelil ve yoksullara acıyana müjdeler olsun!) [Buhârî]
(Sakatlara, hastalara, yaşlılara ve küçüklere acıyın.) [Şir’a]
(Yerdekilere acırsanız, göktekiler [melekler] de size acır.) [Tirmizî]
(Allahü teâlâ, insanlara acımayana, acımaz.) [Taberanî]
(Ana babanın yüzüne acıyarak bakana, hac ve umre sevabı verilir.) [İ. Rafiî]
(Yoksullara, çaresizlere, güçsüzlere acıyana müjdeler olsun!) [Buhârî]
(Ya Rabbî, bize acımayanları başımıza musallat etme!) [Tirmizî]
Dinimizin bu emirlerini rağmen, (Engelliye acıma!) demek, ne kadar vicdansız, acımasız bir söz olur. Yanlış olan acımak değil, engelliyi aşağılamak, hor görmektir.
12.12.2013
[Continue Reading]

Bir mezhebe uymak şarttır - 11.12.2013

Sual: (Herkesin, bir mezhebin tamamına uyma mecburiyeti yoktur. Her mezhepten, uygun gördüğü hükümleri alabilir) deniyor. O zaman bu kimsenin mezhebi ne olur?
CEVAP: Böyle söylemek ve böyle yapmak mezhepsizliktir. Din kitaplarımızda deniyor ki:
Herkesin kendi mezhebine tâbi olması vacibdir. [Burada vacib, farz demektir.] Zaruretsiz başka mezhebe göre iş yapması caiz değildir. Bir kimsenin kendi mezhebinden ayrılmasının caiz olmadığı, söz birliğiyle bildirildi. (Bahr-ür-raık)
Büyük âlim İbni Emir Hac, Tahrir şerhinde, (Bir müctehidin sözüyle amel edilir, ancak ihtiyaç olunca başka bir müctehid taklit edilebilir) diyor. (Redd-ül-muhtar)
Bir işi ve buna bağlı olan işleri bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebi bırakmak ittifakla yasaktır. (Tahrir-ül-üsul, Muhtasar-ül-üsul, Dürr-ül-muhtar)
Müctehid olmayan bir âlimin, dört mezhepten birine tâbi olması vacibdir. Tâbi olmazsa, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır. (Mizan-ı kübra)[Vacib burada da farz demektir.]
Müctehid olmayanın, mezhep değiştirmesi caiz değildir. Bir mezhebe uyması lazımdır. (Redd-ül-muhtar)
Bir kimsenin mezhebini bırakmasının caiz olmadığı ittifakla bildirildi. (Tahrir)
Dört mezhepten birinde olan kimse, Allahü teâlânın emrine uymuş olur. (Cevhere şerhi)
Her Müslümanın ibadet ederken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebinin hükümlerine uyması lazımdır. (S. Ebediyye)
Mezhebine aykırı iş yapmayı, hiçbir âlim caiz görmedi. (Kimya-i saadet)
İslam’ın binası, bu dört direk üzerine kuruldu. Dilediği mezhebi seçtikten sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, ilk mezhebe suizan olur. Âlimler, bunu söz birliğiyle bildirdiler. (Sıfr-üs-seadet şerhi)
Ehl-i sünnet âlimleri, avamın belli bir mezhebin belli bir imamına uyması lazım olduğunu bildirdiler. Keşfkitabı, bunu uzun anlatır. Her mezhepte mubah olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleritelfik denir. Böyle yapan, fâsık olur. Tahavi şerhi bunu geniş şekilde anlatır. (Muhtasar-ı Vikaye şerhi)
Ehl-i sünnet olmak için, dört mezhepten birini taklit etmek lazımdır. Bu dört mezhepten birine uymayan kimse, Ehl-i sünnet değildir. (F. Bilgiler, Tahtavi) 
11.12.2013
[Continue Reading]

18 Aralık 2013 Çarşamba

Seyyid Abdürrahim Bayrami - 18.12.2013

Seyyid Abdürrahim Bayrami hazretleri, Osmanlı velîlerindendir. Kayseri'de doğdu. Medrese tahsilin­den sonra Bayrâmiyye tarikatına inti­sap etti. İstanbul'a geldi. Sultan IV. Murad'ın iltifatını kazandı. 1047 (m.1638)’de İstanbul’da vefat etti. Kabri Üsküdar'da Mihrimah Sultan Medresesi'nin yanındadır. Sohbetlerinde, evliyanın büyüklerinden naklederek buyurdu ki:
“Ebû Abdullah Magribî buyurdu ki: İnsanların en aşağısı, zengine zengin olduğu için kıymet verip, onun karşısında zelîl olan kimsedir, insanların en kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip tevâzu gösteren zenginlerdir.” “Ebû Bekr Verrâk buyurdu ki: İnsanlarda üç sınıf önemlidir; devlet adamları, âlimler ve zâhidler... Devlet adamları bozulunca, halkın huzûru bozulur. Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar. Varını yoğunu Allah yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesada uğrar. Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu hırs ve tamah ile, zâhidlerin bozulması da riya ile olur.” “Ebû Hafs-ı Haddâd en-Nişâbûrî buyurdu ki: Firâset sahibi olduğu iddiasında bulunmaya kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak şey, başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) Efendimiz; (Mü’minin firâsetinden korkunuz) buyurdu. Fakat firâset sahibi olmaya çalışın buyurmamışlardır. Şu hâlde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin, firâset davasında bulunması nasıl doğru olabilir?” “Ebû Osman Hayrî buyurdu ki: Zenginlerle sohbet ederken azîz, fakirlerle sohbet ederken alçak gönüllü ol. Zenginlere karşı izzetli davranman tevâzu, fakirlere karşı alçak gönüllü olman şereftir.”  
“Ebû Hasen bin Sâî buyuruyor ki: Ma’rifet; her durumda kulun, Allahü teâlânın vermiş olduğu ni’metlere şükretmede âciz olduğunu, genç ve kuvvetli olduğu zamanlarda ise zayıf olduğunu bilmesidir.” “Ebü’l-Hasen Bûşencî’ye, 'Kim mürüvvet sahibi değildir?' diye sordular. 'Allahü teâlânın kendisini gördüğünü bildiğini, kirâmen kâtibîn melekleri ile hafaza meleklerinin yanında bulunduklarını ve kendisini takip etmekte olduklarını bildiği hâlde, günâh işlemeye cür’et edebilen kimse, mürüvvet sahibi değildir' buyurdu."
18.12.2013
[Continue Reading]

Abdullah bin Haris - 17.12.2013

Abdullah bin Haris rahmetullahi aleyh, Tâbiînin büyük hadis âlimlerindendir.  8 (m. 629) senesinde doğdu. Ezvâc-ı tâhirattan Ümmü Habîbe'nin yeğenidir. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” onu iki yaşında iken gördü ve hayır duada bulundu. Fakat küçük olduğu için Eshab-ı kiramdan sayılmadı. 84 (m.703) senesinde Umman’da vefat etti. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
“Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân, sana selâm söyledi ve duâ etti der.” “Allahü teâlânın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bana ümmetimin okudukları salevâtları ulaştırırlar.” “Hayâtım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım, öldükten sonra, vefâtım da sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir, iyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim.” “Allahü teâlâ bana bir melek verdi. Ben vefât ettiğim zaman o, kabrim üzerinde durur. Bana birisi salât okuduğu zaman; 'Ey Ahmed! Falan oğlu filân sana salât okuyor' diyerek, onu ismi ve babasının ismi ile bildirir. Allahü teâlâ da salâtına (duâsına) karşılık, ona on salât (rahmet) eder.” “Cuma günü bana çok salât-ü selâm getirin. Okunan salevâtlar bana bildirilir. Kıyâmette bana en yakın olanınız, dünyâda bana en çok salevât-ı şerîfe getirenlerdir.” “Dünyâ, halvet ve yeşilliktir. Kim dünyâda helâlden kazanır ve yerinde harcarsa, Allahü teâlâ ona sevâblar verir ve onu Cennetine vâris kılar. Kim de helâl olmayan yerden kazanır da, harcarsa, Allahü teâlâ onu Cehennemine atar. Nice nefsinin haram isteklerine dalmış kimseler vardır ki, muhakkak bunlar kıyâmette Cehenneme atılacaklardır.” 
“Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ onlara acımayacaktır.” “Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. Cuma günü bana çok salât okuyunuz. Çünkü okuduğunuz salâtlarınız bana arz edilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm;
-Yâ Resûlallah! Bizim salâtımız, vefâtınızdan sonra da mı size arz edilir? dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Toprak, peygamberlerin vücûdunu çürütmez” buyurdu...
17.12.2013
[Continue Reading]

Himmetzade Abdullah Efendi - 16.12.2013

Himmetzade Abdullah Efendi, Osmanlı âlimlerinden olup, Bayrâmiyye şeyhlerinden Himmet Efendi'nin oğludur. 1050 (m. 1640)’da İstanbul'da doğdu ve tefsir ve hadis ilimlerinde tahsil yaptı. Bayrâmiyye tarikatına intisap ede­rek babasına mürid oldu. İstanbul’un çeşitli camilerinde vaizlik yaptı. Sultan II. Mustafa'nın Avusturya seferi­ne ordu vaizi olarak katıldı. 1122 (m. 1710)’de İstanbul’da vefat etti. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), hayatını konu alan Gencîne-i İ'câz isimli eserinde şöyle anlatır:
İbn-i İshâk “Sîret’in-nebî” kitabında şöyle nakleder: Resûlullah efendimiz, Miracını anlatırken, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Mescid-i Aksâ’ya uğradıklarını söyledi. Kureyşliler, Onun Mescid-i Aksâ’yı dahâ önce görmediğini biliyorlardı. Mescid-i Aksâ’nın şeklini sordular. O sırada Cebrâîl “aleyhisselâm” Mescid-i Aksâ’yı Resûlullah efendimizin gözlerinin önüne getirdi. Sorulan şeylere Mescid-i Aksâ’yı seyrederek cevap verdi. Ayrıca Kureyşlilerin Şam’a gitmiş olan bir kervanından haber sordular. “Kervan yoldadır. Ben onlara uğradığım zaman, falan kişi deve üstünde oturmuştu. Hava soğuk idi. Kölesinden kilim istedi. Ben susamıştım. Falan kimsenin bardağından su içtim. Bir kimse bir şey kaybetmişti. Onu arayıp buldular. Bizim Burak’ımızdan kervandaki develer ürktü ve etrafa dağıldılar. Eğer develeri toplamak için çok oyalanmazlarsa, falan gün güneş doğarken Mekke’ye gelirler” buyurdu. Kervanın geleceğini söylediği gün müşrikler iki grup oldular. Bir gurubu kervanın geleceği tarafı, bir grup da güneşin doğacağı tarafı gözetlemeye başladılar...
Kervanı gözetleyenler aniden, "işte kervan geldi2 diye bağrıştılar. O ânda güneşin doğuşunu gözetleyenler de, "işte güneş doğuyor" diye bağrıştılar. Kervanı karşıladılar ve anlatılanları ve başlarından geçen hâdiseleri tek tek sordular. Hepsinin doğru olduğunu öğrendiler. Fakat inâtlarından ve kibirlerinden dolayı iman etmediler. İnkârları ve kibirleri arttı. “Allahü teâlânın dalâlette bıraktığını, kimse hidayete erdiremez.” Yûnüs bin Bükeyr, İbn-i İshâk’ın siretine ilâveten şöyle demiştir: O gün güneşin doğması, kafilenin gelmesine kadar Allahü teâlâ tarafından geciktirilmiştir...
16.12.2013
[Continue Reading]

Abdullah Ezdî hazretleri - 15.12.2013

Abdullah Ezdî rahmetullahi aleyh, hadis hafızı, yani yüz bin hadis-i şerifi, ravileriyle birlikte ezbere bilen âlimlerdendi. 145'te (m. 762) Horasan’da doğ­du. 221 (m.836)’da orada vefat etti. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) , ihlas ile amel etmek hakında buyurdu ki: “Kulların amellerinin karşılığını görecekleri günde Allahü teâlâ buyurur ki: Dünyâda amellerinizi kime göstermek için yaptınızsa, onların yanına gidiniz. Bakın bakalım onların indinde amellerinize karşılık var mı?” “Kim işlediği bir hayrı, ikbâl için halka duyurursa, Allah onun gizli işlerini duyurur. Her kim de işlediği hayrı gösterirse, Allahü teâlâ da onun riyakârlığını teşhir eder.” “Çok oruç tutan vardır ki, orucundan kendisine faydası; yalnız açlık ve susuzluk çekmesidir. Nice gece namazı kılanlar vardır ki, gece namazının kendisine faydası; yalnız uykusuz kalmasıdır.” “Gösteriş ve şöhret için amel işleyen kimse, kesesini çakıl taşları ile dolduran bir kimse gibidir. Bu kimse, bunlarla bir şeyler satın almak için çarşıya gider. Satıcının önünde kese açıldığında bir de ne görsünler; çakıl taşları! Satıcı, bu çakıl taşlarını onun yüzüne çarpar. Bu kimsenin kesesinde, insanların kendisi hakkında söyledikleri sözlerden başka bir şey yoktur. Bu kese, bir şey kazandırmaz ve ona bir şey getirmez. İşte, riya ve şöhret için amel edenlerin durumu da böyledir. Onların böyle olan amellerinden kazançları, sâdece insanların sözüdür. Âhırette böyle amellere sevâb verilmez.” 
Fültân bin Âsım şöyle anlattı: “Resûl-i ekrem efendimiz ile beraber idik. Bu sırada Resûlullah efendimizin yanına birisi geldi. Ona: 'Sen Tevrat okur musun?' buyurdu. O şahıs; 'Evet' dedi. 'İncil okur musun?' buyurdu. O şahıs yine, 'Evet' dedi. Sonra; 'Allah aşkına, Tevrat ve İncil’de beni görüyor musun?' buyurdu. O şahıs; 'Senin sıfatını, memleketinden çıkarılışının aynısını orada okuyoruz. Fakat biz, Tevrat ve İncil’de bildirilen Peygamberin bizden çıkacağını ümid ediyorduk. Sen Peygamber olarak çıkınca, senin Tevrat ve İncil’de bildirilen Peygamber olmandan korktuk. Fakat neticede, o müjdelenen Peygamberin sen olduğunu gördük' dedi."
15.12.2013
[Continue Reading]

Seyyid Osman Efendi - 14.12.2013

Seyyid Osman Efendi Çorum'da yaşamış olan İslam âlimlerindendir. "Hoşafçızade" diye meşhurdur. 1186 (m. 1772) tarihinde vefat etti. Bir dersinde buyurdu ki:
Her Müslümanın, her gün vakitleri gelince beş kere namaz kılması farzdır. Namazları farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Allahü teâlâya vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır. Namaz ibadetlerin en üstünüdür, imandan sonra, en kıymetli ibadet namazdır. Kıyamette evvela namaz sorulacaktır. Namaz doğru ise diğerlerinin hesabı Allahü teâlânın yardımı ile kolay geçecektir.
Bir hadîs-i şerifte, (Mü'min ile kâfiri ayıran fark, namazdır) buyuruldu. Yani, mü'min namaz kılar. Kâfir, kılmaz. Münafıklar ise, bazen kılar, bazen kılmaz. Münafıklar, Cehennemde çok acı azap görecektir. Beş vakit namazı, gevşek ve tembel olmaksızın, tadil-i erkân ile kılmalıdır. Namazı doğru ve iyi kılan bir kimse Müslümandır. Namazı doğru kılmayan veya hiç kılmayan kimsenin Müslümanlığı şüphelidir. Bir kimse, namazı doğru ve iyi kılınca, İslâm ipine yapışmış olur. Müfessirlerin şâhı, Abdullah ibn-i Abbâs "radıyallahü anhümâ" diyor ki: Resûlullahtan "sallallahü aleyhi ve sellem" işittim. Buyurdu ki: “Namaz kılmayanlar, kıyamet günü Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır.”
Namazı cemaatle kılmalıdır. Bir kimse cemaatle iki rekat namaz kılsa yalnız başına yirmi yedi rekat kılsa yine cemaatle kıldığı iki rekatin sevabı ondan fazladır. Bir rivayette yalnız başına bin rekat namaz kılsa yine cemaatle kılınan iki rekatin sevabı daha ziyadedir. İmam ile beraber alınan iftitah tekbirinin sevabı hakkında Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Ey benim ümmet ve ashabım! yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryalar mürekkep olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa ve cümle melâike katip olsa ve kıyamete kadar yazsalar yine imam ile alınan iftitah tekbirinin sevabını yazamazlar." Bu faziletler fâsık ve bid'at ehli olmayan imamın cemaati içindir. Selef-i sâlihin (Eshâb-ı kirâm, tâbiîn ve tebe-i tabiînin) büyükleri, cemaatin birinci tekbirini kaçıran kimseye taziyede bulunurlardı. Eğer cemaati kaçırsa idi, taziyeleri yedi gün devam ederdi.
14.12.2013
[Continue Reading]

Seyyid Mahmud Efendi - 13.12.2013

Seyyid Mahmud Efendi, Osmanlı âlimlerindendir. Azerbaycan’da Urmiye şehrinde doğdu. Babası Nakşibendî meşâyıhından Seyyid Ahmed Efendi’dir. Babasından zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil ederek irşâd izni aldı. Babasının vefatından sonra Diyarbakır’a gelip halkı irşad etti. Sultan IV. Murad, Revan Seferi sırasında şeyhi ziyaret ederek duasını aldı ve sefere beraberinde götürdü. Mahmud Efendi 1048 (m.1638)’de Diyarbakır’da vefat etti. Bir dersinde buyurdu ki:
İslâm bilgilerinin kaynağı dörttür. “Edille-i Şer’iyye” denilen bu dört kaynak şunlardır; 1-Kur’an-ı kerîm: Dinî hükümlerin birinci derecede kaynağıdır. 2- Sünnet: Peygamber Efendimizin işleri, sözleri ve görüp de mâni olmadıkları şeylerdir. 3-İcmâ: Bir asırdaki müctehid âlimlerin bir meselenin hükmü için söz birliği etmeleridir. 4-Kıyas: Müctehid âlimlerin, dinde hükümleri açıkça bildirilmeyen işlerin hükümlerini açıkça bildirenlere benzeterek anlamalarıdır. Bu dört ana delilden çıkarılan bilgilerin tamamına fıkıh bilgileri denir. Bu bilgileri ilmihâl kitapları lüzumu kadar açıklamaktadır.
İslâm bilgilerine iman edip de, Allahü teâlânm rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan Müslümâna (salih) denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmış olana (ârif) veya (velî) denir. Başkalarının da bu sevgiyi kazanmalarına vâsıta olan velîye (mürşid) denir. Bu mübarek, seçilmiş insanların hepsine (sâdık) denir. Bunların hepsi sâlihtir. Salih mü’min Cehenneme hiç gitmeyecektir. Kâfir, muhakkak Cehenneme gidecektir. Cehennemden hiç çıkmayacak, sonsuz azap görecektir. Kâfir iman ederse, bütün günahları hemen affolur. Fâsık, tövbe edip, ibadetleri yapmağa başlarsa, Cehenneme girmeyecek, salih mü’min gibi, doğru Cennete gidecektir. Tövbe etmezse, ya şefaat ile veya sebepsiz affolup, doğru Cennete gidecek, yahut Cehennemde günahları kadar yandıktan sonra, Cennete girecektir.
İslâmiyetin emrettiği gibi iman edip bu iman ile ölenler, âhirette Cennet’e gidecektir. Cennet, Allahü teâlâ’nın âhirette Müslümanları ebediyyen sayısız nimetlerle mükafatlandıracağı yerin adıdır. İman etmeyenler ve imansız olarak ölenler, Cehennemde ebediyyen cezalandırılacaklardır.
13.12.2013
[Continue Reading]

Hafız Mehmed Ali Efendi - 12.12.2013

Hafız Mehmed Ali Efendi son devir Osmanlı âlimlerindendir. 1865 yılında Harput’un Gözebaşı Köyü'nde doğdu. İlk tahsilini köyde yaptıktan sonra Harput'taki Kâmil Paşa Medresesi'ne devam etti. Beyzade Efendi ile sohbetlere katılarak tasavvufta yükseldi. 1928 yılında vefat etti. Bir sohbetinde “Kabir halleri” hakkında şunları anlattı:
Mevtâlar çok defa rüyada görülüp, hâlleri sorulmuş ve cevaplar alınmıştır. Bunlardan birisine hâli sorulunca, (Bir gün abdestsiz namaz kılmış idim. Allahü teâlâ, bana bir kurtcağız musallat etti. Onunla hâlim pek fenadır) dedi. Bir diğeri de, rüyâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu diye sorulunca, (Bir gün cenâbetten gusletmemiştim. Allahü teâlâ, ateşten bir elbise giydirdi. Onun içinde, kıyâmete kadar bir yerden bir yere çevirerek bana azap ediyorlar) dedi. Bir diğeri de, rüyada görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu diye sorulunca, (Beni yıkayan kimse, bir taraftan bir tarafa şiddet ile çevirirken, teneşirdeki demir çivi vücudumu tırmaladı. Bundan çok zahmet çektim) dedi. Sabah olunca, yıkayan kimseden sorulunca, (İstemeyerek böyle bir şey olmuştu) dedi. Bir başkası da, rüyada görülüp, hâlin nasıldır, sen ölmemiş miydin? diye sorulunca, (Evet, ben hayr üzereyim, lâkin üzerime toprak atılırken, bir taş düşüp, iki kemiğimi kırdı. Bana çok sıkıntı verdi) dedi. Bunun üzerine kabrini açtılar. Dediği gibi buldular. Bir kimse oğluna, rüyasında gelip, (Ey fena oğul! Babanın kabrini düzelt! Zira yağmur çok eza verdi) dedi. Bunun da kabrini açtılar, sel doldurmuş idi.
Peygamber efendimiz valideleri Hazreti Âmine'nin kabrini ziyaret ettiklerinde ağladılar. Yanlarında bulunanları da ağlattılar. Buyurdular ki, (Rabbimden bunun için mağfiret talep etmeye izin istedim. İzin vermedi), sonra (Kabrini ziyaret etmek için izin istedim, izin verdi. Öyle ise, siz de kabirleri ziyaret ediniz! Zira, ziyaret ölümü hatırlamaya sebeptir.) [Resûlullaha, mübârek anasına, babasına mağfiret için sonradan izin verildi. Zaten mümin idiler. Sonradan diriltilip, bu ümmetten de oldular].
Vefat ederken şu şiiri söyledi: "Dünya kalsa, Peygamber’e kalırdı/Can satılsa, Karun gider alırdı/Ecele çareyi Lokman bulurdu/Buna ölüm derler, yoktur çaresi."
12.12.2013
[Continue Reading]

İbrahim Şevki Efendi - 11.12.2013

 İbrahim Şevki Efendi son devir Osmanlı âlimlerindendir. 1834’de Bolu’da doğdu. Orada tahsilini tamamladıktan sonra Şabaniye yolu şeyhlerinden Rahmi Efendi'ye intisab etti. Daha sonra Kastamonu’ya davet edilerek Şeyh Şaban-ı Veli dergâhının şeyhi olarak tayin edildi. 1897’de Kastamonu’da vefat etti. Bir sohbetinde buyurdu ki:
İslam dini, insanların muaşeretine (birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum hâlinde medeniyet üzere yaşamalarına) büyük bir önem vermiştir. Bunun çeşitli yönleri ve dereceleri vardır. Bunların bir kısmı şunlardır:
1) Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli olmak. Bir Müslüman daima güler yüzlü bulunur. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şüphe yok ki, Allah yumuşak huylu, açık yüzlü kimseyi sever."
2) Herkesle güzel şekilde görüşmek, insanlara eziyet vermekten kaçınmak. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslüman odur ki, dilinden ve elinden Müslümanlar selamette bulunur.
3) İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilik yapmak. Bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki: "Sıddîkların derecelerine geçmek istersen, senden ilgiyi kesene bağlan, senden esirgeyene sen ver, sana zulmedeni de bağışla."
4) Dargınlığa hemen son vermek. Müslümanlar arasında bir dargınlık olursa hemen barışırlar, birbirlerinden üç günden ziyade ayrı kalmazlar. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık ve kin duyguları yaşamaz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Üç günden ziyade kardeşine dargın kalmak bir Müslümana helal olmaz." 
5) İnsanların kusurlarını araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. Müslümanlar kimsenin kusurlarını araştırmazlar. Kimsenin ayıbını ve kusurunu araştırıp ortaya çıkarmaya ve göstermeye çalışmazlar. Buna aykırı hareket dinde yasaktır. Bir hadis-i şerifte buyruldu ki: "Bir kul bir kulun kusurunu örterse, Allahü teala da onu kıyamette örter. (günahlarını açığa vurmaz)."
6) Dostları arkalarından savunma. Bir Müslüman gerektiğinde dostlarını, din kardeşlerini arkalarından savunur. Onlar hakkındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir kul kardeşine yardımda bulundukça, kendisine de Allah daima yardım eder."
11.12.2013
[Continue Reading]

Çürük elmanın bedeli!.. - 18.12.2013

Sultan İkinci Murad Han, altıncı Osmanlı Padişahı ve Fatih Sultan Mehmed Han'ın babasıdır. İlme ve âlimlere çok hürmet edip evliyaya izzet ve ikramda kusur etmediği için devrinde memleket âlim ve evliya yurdu oldu. Herkesin duasını alırdı. Her Osmanlı padişahı gibi o da çok adaletliydi...
Bir gün, zimmi (gayrimüslim) bir vatandaş, Sultan Murad Han'ın huzuruna çıkıp der ki:
- Padişahım, anlatmama müsaade ederseniz bir maruzatım var.
- Elbette, söyle nedir maruzatın?
- Askerleriniz benim bahçemden dün elma yediler ve parasını da ödemediler!
- Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı!
- Yanlışlık yok Padişahım.
Murad Han derhal araştırılmasını emreder. Kısa zamanda üç askeri huzura getirirler. Sultan onlara sorar:
- Bu zimmi vatandaşın söyledikleri doğru mudur?
Askerlerden biri der ki:
- Doğrudur Sultanım, ben yaptım!
- Peki ama nasıl? Kul hakkını düşünmedin mi hiç?
- Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim bu iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bir kese içinde bahçeye attılar.
Padişah, adama sorar:
- Askerlerimin söyledikleri doğru mudur?
- Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım.
- Peki, öyleyse istediğin nedir?
- Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim.
- Peki, o çürük elma için ne istersin?
- Bir kese altın isterim!
- Bir çürük elma bir kese altın eder mi hiç? Bu haksızlık değil mi?
- O zaman hakkımı helal etmem.
- Peki, al sana bir kese altın!
Zimminin gözleri dolar, kendisine uzatılan keseyi eliyle iter ve Kelime-i şehadet getirir. Sonra der ki:
- Efendim, maksadım altın falan değildi, Müslüman olmadan önce son defa adaletinizi tecrübe etmek istemiştim, beni affedin ve aranıza alın!
18.12.2013
[Continue Reading]

Zaman, acımak zamanıdır! - 17.12.2013

Bugün, ölüme, "Şeb-i arus" (düğün gecesi) adını veren Mevlana Celaleddin-i Rumî hazretlerinin vefat yıl dönümüdür... Hazreti Mevlana 1207'de Belh şehrinde doğdu, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etti...
Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir... O, bütün insanlığa seslenmiş ve kucaklamıştır...
***
Bir gece yarısından sonra, Hazret-i Mevlana’nın dergahının kapısı çalınır. Talebeleri açıp bakarlar ki karşılarında sarhoş bir genç duruyor. "Ben Mevlana’nın duasını alacağım" der. Talebeler kovsalar da, o "Dua almadan gitmem" diye diretir...
Gürültüye Hazret-i Mevlana uyanır, "Bu gürültü ne?" diye sorar. "Efendim, sarhoş bir genç, duanızı almadan gitmeyeceğini söylüyor" derler.
Hazret-i Mevlana buyurur ki:
-O, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri almıyorsunuz öyle mi? Belki samimidir, niye kovuyorsunuz? Talep edeni, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok ki. Zaman; affetmek, iyilik etmek ve acımak zamanıdır. Öfkelenmek zamanı değildir. Ateşten çıkıp gelene, dön tekrar ateşe demeye hakkımız var mı? Bırakın gelsin yanıma!
Mevlana hazretlerinin bu sözlerini duyan genç gelir ve ağlayarak, "Hocam benim gibi sarhoş, edepsiz biri için, talebelerinize sitem etmenize gönlüm razı olmadı. Beni de talebeliğe kabul buyurmaz mısınız? O talebelerin ve sizin hizmetinizde olmakla şereflenmek istiyorum" der.
Hazret-i Mevlana gencin gözyaşlarını silip der ki:
-Evladım hoş geldin aramıza, kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz, hangi vesile ile kavuşacağı belli olmaz. Allahü teâlâ âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimize, "Beni talep edene hizmetçi ol" diye emrediyor. Bu yüzden talep edenin haline vaktine saatine bakılmaz, talebine bakılır. Sen bizi Allah için sevip bulmuşsun. Gerçekte talebin biz değil, Allah sevgisine kavuşmaktır. Buna engel olmaya kimsenin hakkı olmaz. Talebelere sitem edişim bu yüzdendi...
17.12.2013
[Continue Reading]

Bir gecede neler değişmez?.. - 16.12.2013

Yıldırım Bayezid Han, dördüncü Osmanlı Sultanıdır. Âlimlerin sohbetlerinde bulunur, onların Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini canla başla kabul ederdi. Evliyaya çok hürmette bulunurdu. Osmanlı topraklarının her tarafında ilim yuvaları kurdu. Memleketin her tarafında cami, mescid, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Bunlardan en meşhuru Bursa'da yaptırdığı Ulucami'dir... Bu caminin hikâyesi şöyle anlatılır:
Bayezid Han, Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir cami yaptırmak ister. Mimarlar bugünkü Ulucami’nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir... Ancak ihtiyar bir kadıncağız “Ben evimi, arsamı vermem” diye tutturur! Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o diretir...
Sultan Bayezid Han, caminin yerini beğenmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar “Mal onun, satarsa satar, satmazsa zorlayamayız!” derler. Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid Hanın aklına damadı Emir Sultan hazretleri gelir. Hemen meseleyi ona anlatır.
Mübarek sadece tebessüm eder, “Acele etme!” der: “Bir gecede neler değişmez?”
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır! Kalabalıkta korkunç bir azap endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. Müslümanlar âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah efendimizin yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana... Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecali yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ızdırapla yerleri tırmalar. Feryat figan ağlamaya başlar... İşte tam o sırada Emir Sultan hazretleri gelir ve sorar:
- Niçin ağlıyorsun anneciğim?
- Herkes Cennete gitti, ben bir başıma kaldım burada!
- Kurtulmak istiyor musun?
- Hiç istemez miyim?
- Öyleyse Sultanımızı üzme!
Kadın kan ter içinde uyanır ve sabahı zor eder. Ertesi gün kendi ayağıyla gidip, Sultanın huzuruna çıkar. Arsayı eviyle birlikte verir. Üstelik önüne konulan altınları da cami için bağışlar...
16.12.2013
[Continue Reading]
Powered By Blogger · Designed By Seo Blogger Templates