<data:blog.title/>

<data:blog.pageName/>-<data:blog.title/>









Ahmet DEMİRBAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet DEMİRBAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2013 Perşembe

"Beni imtihan için geldin!" - 19.12.2013

Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine gelmişti. Adamlarından birkaçını, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine göndermiş ve o mübareği yanına çağırtmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim" dedi. Sonra birlikte evine gittiler.
Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı, fakat ayağa kalkmadı...
Sultan, sohbet esnasında;
-Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi? diye sordu. O da; 
-Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu, diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
-Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? dedi.
Ebü'l-Hasan hazretleri şöyle buyurdu: 
-Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi!
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı... Sultan Mahmûd gitmek isteyince, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd;
-Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştiniz, fakat şimdi ayağa kalkıyorsunuz. O hâl ne idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu. Ebü'l-Hasan hazretleri, Sultan'ın bu sorusuna şöyle cevap verdi:
-Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldiniz. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsunuz ve dervişlik devletinin güneşi üzerinizde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğunuzdan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğunuz için kalktım...
19.12.2013
[Continue Reading]

18 Aralık 2013 Çarşamba

Çürük elmanın bedeli!.. - 18.12.2013

Sultan İkinci Murad Han, altıncı Osmanlı Padişahı ve Fatih Sultan Mehmed Han'ın babasıdır. İlme ve âlimlere çok hürmet edip evliyaya izzet ve ikramda kusur etmediği için devrinde memleket âlim ve evliya yurdu oldu. Herkesin duasını alırdı. Her Osmanlı padişahı gibi o da çok adaletliydi...
Bir gün, zimmi (gayrimüslim) bir vatandaş, Sultan Murad Han'ın huzuruna çıkıp der ki:
- Padişahım, anlatmama müsaade ederseniz bir maruzatım var.
- Elbette, söyle nedir maruzatın?
- Askerleriniz benim bahçemden dün elma yediler ve parasını da ödemediler!
- Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı!
- Yanlışlık yok Padişahım.
Murad Han derhal araştırılmasını emreder. Kısa zamanda üç askeri huzura getirirler. Sultan onlara sorar:
- Bu zimmi vatandaşın söyledikleri doğru mudur?
Askerlerden biri der ki:
- Doğrudur Sultanım, ben yaptım!
- Peki ama nasıl? Kul hakkını düşünmedin mi hiç?
- Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim bu iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bir kese içinde bahçeye attılar.
Padişah, adama sorar:
- Askerlerimin söyledikleri doğru mudur?
- Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım.
- Peki, öyleyse istediğin nedir?
- Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim.
- Peki, o çürük elma için ne istersin?
- Bir kese altın isterim!
- Bir çürük elma bir kese altın eder mi hiç? Bu haksızlık değil mi?
- O zaman hakkımı helal etmem.
- Peki, al sana bir kese altın!
Zimminin gözleri dolar, kendisine uzatılan keseyi eliyle iter ve Kelime-i şehadet getirir. Sonra der ki:
- Efendim, maksadım altın falan değildi, Müslüman olmadan önce son defa adaletinizi tecrübe etmek istemiştim, beni affedin ve aranıza alın!
18.12.2013
[Continue Reading]

Zaman, acımak zamanıdır! - 17.12.2013

Bugün, ölüme, "Şeb-i arus" (düğün gecesi) adını veren Mevlana Celaleddin-i Rumî hazretlerinin vefat yıl dönümüdür... Hazreti Mevlana 1207'de Belh şehrinde doğdu, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etti...
Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir... O, bütün insanlığa seslenmiş ve kucaklamıştır...
***
Bir gece yarısından sonra, Hazret-i Mevlana’nın dergahının kapısı çalınır. Talebeleri açıp bakarlar ki karşılarında sarhoş bir genç duruyor. "Ben Mevlana’nın duasını alacağım" der. Talebeler kovsalar da, o "Dua almadan gitmem" diye diretir...
Gürültüye Hazret-i Mevlana uyanır, "Bu gürültü ne?" diye sorar. "Efendim, sarhoş bir genç, duanızı almadan gitmeyeceğini söylüyor" derler.
Hazret-i Mevlana buyurur ki:
-O, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri almıyorsunuz öyle mi? Belki samimidir, niye kovuyorsunuz? Talep edeni, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok ki. Zaman; affetmek, iyilik etmek ve acımak zamanıdır. Öfkelenmek zamanı değildir. Ateşten çıkıp gelene, dön tekrar ateşe demeye hakkımız var mı? Bırakın gelsin yanıma!
Mevlana hazretlerinin bu sözlerini duyan genç gelir ve ağlayarak, "Hocam benim gibi sarhoş, edepsiz biri için, talebelerinize sitem etmenize gönlüm razı olmadı. Beni de talebeliğe kabul buyurmaz mısınız? O talebelerin ve sizin hizmetinizde olmakla şereflenmek istiyorum" der.
Hazret-i Mevlana gencin gözyaşlarını silip der ki:
-Evladım hoş geldin aramıza, kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz, hangi vesile ile kavuşacağı belli olmaz. Allahü teâlâ âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimize, "Beni talep edene hizmetçi ol" diye emrediyor. Bu yüzden talep edenin haline vaktine saatine bakılmaz, talebine bakılır. Sen bizi Allah için sevip bulmuşsun. Gerçekte talebin biz değil, Allah sevgisine kavuşmaktır. Buna engel olmaya kimsenin hakkı olmaz. Talebelere sitem edişim bu yüzdendi...
17.12.2013
[Continue Reading]

Bir gecede neler değişmez?.. - 16.12.2013

Yıldırım Bayezid Han, dördüncü Osmanlı Sultanıdır. Âlimlerin sohbetlerinde bulunur, onların Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini canla başla kabul ederdi. Evliyaya çok hürmette bulunurdu. Osmanlı topraklarının her tarafında ilim yuvaları kurdu. Memleketin her tarafında cami, mescid, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Bunlardan en meşhuru Bursa'da yaptırdığı Ulucami'dir... Bu caminin hikâyesi şöyle anlatılır:
Bayezid Han, Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir cami yaptırmak ister. Mimarlar bugünkü Ulucami’nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir... Ancak ihtiyar bir kadıncağız “Ben evimi, arsamı vermem” diye tutturur! Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o diretir...
Sultan Bayezid Han, caminin yerini beğenmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar “Mal onun, satarsa satar, satmazsa zorlayamayız!” derler. Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid Hanın aklına damadı Emir Sultan hazretleri gelir. Hemen meseleyi ona anlatır.
Mübarek sadece tebessüm eder, “Acele etme!” der: “Bir gecede neler değişmez?”
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır! Kalabalıkta korkunç bir azap endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. Müslümanlar âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah efendimizin yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana... Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecali yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ızdırapla yerleri tırmalar. Feryat figan ağlamaya başlar... İşte tam o sırada Emir Sultan hazretleri gelir ve sorar:
- Niçin ağlıyorsun anneciğim?
- Herkes Cennete gitti, ben bir başıma kaldım burada!
- Kurtulmak istiyor musun?
- Hiç istemez miyim?
- Öyleyse Sultanımızı üzme!
Kadın kan ter içinde uyanır ve sabahı zor eder. Ertesi gün kendi ayağıyla gidip, Sultanın huzuruna çıkar. Arsayı eviyle birlikte verir. Üstelik önüne konulan altınları da cami için bağışlar...
16.12.2013
[Continue Reading]

Rüyalarında uçan talebe!.. - 15.12.2013

Büyük velî Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin talebelerinden biri, gördüğü rüyalar üzerine, "Artık ben kemâle geldim. Sohbete lüzum kalmadı" diye düşünüp, bir kenara çekildi... Bundan sonra gördüğü güzel rüyalar daha da arttı. Rüyasında kâh uçuyor, kâh insanlara vaaz ediyor, kâh bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini görüyordu. Kendisini bulup, sohbetlere niye katılmadığını soran arkadaşlarına bu hâlini anlattı, artık ilmi tamamladığına inandığını, bundan sonra da irşatla uğraşacağına dair karar verdiğini söyledi...
Arkadaşları dönüp, hocaları Cüneyd-i Bağdâdi hazretlerine durumu arz ettiklerinde, 
-Madem öyle, gidin ona söyleyin, onu bu gece Cennete götürürlerse, oraya vardığında üç defa "Lâ havle..." okusun, buyurdu.
Talebeler gidip, o arkadaşa bunu söylediler. O da, "hay hay, öyle olursa okurum" dedi.
Hakikaten o kimseyi rüyasında Cennete götürdüler. Cennete vardığında üç defa "Lâ havle" okudu. Gördüklerini ve kendisinde hasıl olan şeytani hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü...
Uyandığında içine düştüğü hatayı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve gelip hocasının elini öptü. Sohbetlere devam edip, talebeler arasındaki yerini aldı.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri ilk sohbetinde onlara buyurdu ki:
-Evlatlarım, rüyalara güvenilmez. Rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var? Uyanıkken ele geçene bakmak lazım. Herkese bir rehber, mürşid-i kâmil lazımdır. Aksi halde şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur. Sadık olan, ihlaslı olan her aradığını mürşidinde arar ve bulur. Bu din edep dinidir, ahde vefa dinidir. Hocam hayatta iken tam 30 sene din hakkında konuşmadım. Sonunda emirle konuştum, yani konuşmamı emrettiler, ancak ondan sonra hocamdan öğrendiklerimi nakletmeye başladım. Yine kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi, kendi bilgim gibiymiş gibi anlatsaydım, hırsızlık etmiş olurdum. Büyükler evden bir şey getirmezler, hırsızlık etmezler, kendilerine mal etmezler. Kimse kendini bir şey zannetmesin!..
15.12.2013
[Continue Reading]

Eyyûb aleyhisselamın sabrı!.. - 14.12.2013

Efendim, bugünkü yazımıza bir hadîs-i şerîfle başlayalım istedik. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
(Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâ'ate sabır ve günâh işlememeye sabır... Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her derece arası yerden göğe kadar mesâfedir. Tâ'ate sabredene, Allahü teâlâ, altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden, Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ, dokuzyüz derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.)
Çocuğun ölmesi, malın elden çıkması ve gözün görmemesi, kulağın işitmemesi gibi insanın isteği ile ilgisi olmayan musîbetlere sabretmekten fazîletli sabır yoktur... Tabii ki sabır deyince ilk akla gelen Eyyûb aleyhisselamın sabrıdır...
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden Eyyûb aleyhisselâmın çok mal ve serveti ile on oğlu vardı. Sürü sürü hayvanları, bağları ve bahçeleri bulunuyordu... Allahü teâlâ, hazret-i Eyyûb'u imtihân etmeyi murâd etti. Onun mallarını çeşitli vesîlelerle elinden aldı. O sabretti...
Bir gün, hocaları ile ders okuyan on çocuğunu da depremde kaybetti. O, Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi. Güzel sabretti...
Bundan sonra vücuduna hastalık geldi. Akrabâları, komşuları yanına uğramaz oldu. Şehir halkı onu ve hanımı Rahîme Hatun'u şehirden dışarı çıkardılar. O, yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi, yine sabır gösterdi...
Bir gün Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlâdan; 
"Ey Eyyûb! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim" haberini getirdi. Allahü teâlâ; 
"(Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç" buyurdu. Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyûb aleyhisselâm ayağını yere vurdu. Biri sıcak, biri soğuk, iki pınar fışkırdı. Sıcak sudan gusledince bedenindeki; soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu. Gencecik biri oldu. Allahü teâlâ mallarını iâde etti. Çok sayıda evlat ihsân etti...
Unutmayalım ki hepimiz imtihandayız. Allahü teala cümlemizi bu imtihanı kazananlardan eylesin.
14.12.2013
[Continue Reading]

Bir annenin feryâdı!.. - 13.12.2013

Asr-ı saadette, Ensar’dan Alkame adında bir genç vardı. Yaz kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibâdet ederdi... Bir gün fenalık geçirdi. Dili tutuldu. Resûlullah efendimize haber verdiler. Hazret-i Ali ve Ammâr bin Yâser hazretlerini Alkame’ye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılarsa da dili dönmedi bir türlü!.. Hazret-i Ali Efendimiz, Bilâl-i Habeşi hazretlerini Resûlullah Efendimize gönderdi durumun vahametini bildirdi. Peygamber Efendimiz:
-Alkame’nin anası, babası var mı? buyurdu. “Yaşlı bir anası var” cevabını alınca “Onu buraya getirin” buyurdu. Getirdiler.
-Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır? diye sorunca, kadıncağız şöyle anlattı:
- Yâ Resûlallah! Evladım çok iyidir. Hep ibâdet, itaat üzeredir. Ama ben ondan razı değilim. Çünkü o, bir türlü dengeyi kuramıyor; hanımının rızasını benim rızamdan önde tutuyor.
Resûlulluh Efendimiz;
-Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de dili açılsın! buyurdu.
- Ey Allah’ın Resulü! Kalbimi çok incitti. Ona hakkımı helâl etmem, dedi. Resûlullah Efendimiz;
-Ey Bilâl! Eshâba haber ver etraftan odun toplasınlar, Alkame’yi yakacağız. Çünkü, annesi ondan razı değildir! buyurdu.
Annesi şaşırdı:
- Yâ Resûlallah! Oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanır? dedi. Resûlullah Efendimiz:
-Cehennem ateşi, dünya ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan razı olmadıkça, onun hiçbir itaatı makbul değildir, buyurdu. Kadıncağız feryat etti. Çünkü o bir anneydi:
- Yâ Resûlallah. Ben ondan razı oldum. Hakkımı ona helâl ettim, dedi ve eve gitti. Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefat etti. Resûlullah Efendimiz, cenaze namazını kıldırdı. Defnettiler ve;
-Ey Esbabım, ey Muhacir ve Ensar! Hanımını annesinden üstün tutana, Allahü teâlâ ve melekler la’net ederler. Onun farz ve nafile ibâdetleri kabul edilmez, buyurdu.
Din büyükleri de buyurdu ki: “Ana-babaya, kayınvâlide ve kayınpedere hürmet, hizmet edilmesini birinci vazîfe bilmelidir. Onların rızâsını, duâsını almaya çalışmalı, hayır duâlarını, büyük kazanç bilmelidir...”
13.12.2013
[Continue Reading]

Rüyada içirilen aşk şerbeti!.. - 12.12.2013

Ahmed Cüzeyrî hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. 1480-1580 seneleri arasında yetmiş beş sene yaşadığı tahmin edilmektedir. Kabri, Şırnak'a bağlı Cizre'de "Kırmızı Medrese"dedir. Lakabı "Nişânî"dir.
Bu mübarek zat, ilim tahsîline, âlim ve fâzıl bir zât olan babası Muhammed Efendiden ders alarak başladı. Arabî ve Fârisîyi mükemmel bir şekilde öğrendi. Bundan sonra Diyarbakır, İmâdiye ve Hakkârî'de ilim tahsîl etti. Doğu Anadolu'nun pekçok şehir ve kasabalarını gezip gördü. Tahsîlini tamamlayarak Diyarbakır'da icâzet (diploma) aldı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden feyz alarak kemâle erdi...
Ahmed Cüzeyrî hazretleri ilâhî bir aşk ateşiyle yanmış ve şiirlerinde hep bunu dile getirmiştir. Şöyle anlatılır:
Medresede talebe iken bir cumâ günü hastalanır ve odasında dinlenir. O zaman âdet olduğu üzere medrese talebeleri cumâ günleri tâtil yaparlar ve kır gezintisine çıkarlardı. O gün de talebeler kıra çıkarlar. O ise odasında yalnız başına kalmıştır. Birden mahzunlaşır... Hasta haliyle kalkıp bir abdest alır ve namaz kılar... Biraz kitap okur ve sıhhat bulmak için Rabbine sığınır... Bir ara uyuyakalır. Rüyâsında Peygamber efendimizi ve etrâfında büyük bir kalabalığın toplandığını görür. Geriden seyre dalar. Peygamber aleyhisselam ellerindeki sürahiden bir bardağa şerbet doldurur. Hazret-i Ebû Bekr de oradakilere birer birer içirir. Sonra da;
"Yâ Resûlallah! Ahmed Cüzeyrî'ye sunulmadı" der. Bunun üzerine Peygamber efendimiz;
"Kalan şerbetin tamâmını ona ver" buyurur. Verilir o da alıp hepsini içer...
Rüyâdan uyanınca derin bir aşk ateşiyle yanmaya başlar. Şerbetin tadı hâlâ damağındadır. Hastalıktan ise hiç eser kalmaz... O günden sonra, çok yanık ve derin mânâlı şiirler, kasîdeler söyler. Halk arasında "Molla Cüzeyrî" ismiyle tanınıp çok sevilir...
***
Ahmed Cüzeyrî hazretleri için; Kırmızı Medrese'de kasîdelerini okurken, bir taşa yaslandığı, ondaki aşk ateşiyle taşın çok ısındığı ve bunun farkına varan fakir bir ninenin, hamurunu o taş üzerine koyarak ekmeğini pişirdiği anlatılır...
12.12.2013
[Continue Reading]

“Senin nasibin bu kapıdadır” - 11.12.2013

Yûnus Emre hazretleri, tasavvuf ehli bir Hak âşığıdır. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde 80 yaşında vefât etmiştir...
Bu mübarek zat, genç yaşta Tapduk Emre hazretlerine talebe oldu... Otuz sene içinde, manevî yönden birçok dereceler geçmesine rağmen, bunları kâfi görmeyip, oradan ayrılmak istedi. Hocası ayrılmasını uygun görmedi ise de, tekrar döneceğini bildiği için müsaade etti...
"Niçin istifade edemedim" diye diye, dağlarda dolaşırken, iki gence rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile önlerine bir sofra gelirdi. Nihayet sıra kendisine geldi. O da şöyle duâ etti: 
“Yâ Rabbî! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et!”
Fakat o da ne? İki sofra birden geldi. Arkadaşları sordu:
-Yunus, sen kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin?
-Önce siz söyleyin!
-Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden derviş Yûnus hürmetine istedik, dediler.
Yûnus Emre bu manevî ikazın, Hocasının bir kerameti olduğunu anladı ve hemen tövbe ederek, dergâha döndü. Hocasının kapısının eşiğine yattı. Tapduk hazretlerinin gözleri görmüyordu. Ayağı bir şeye takıldı ve şöyle dedi:
-Bu bizim Yûnus değil mi?.. Geleceğini biliyordum; çünkü senin nasibin bu kapıdadır... 
Ne hikmettir ki, o güne kadar hiç şiir söylememiş olan Yûnus Emre, Hocasının arzusu üzerine o andan îtibâren ilâhi söylemeye başladı...
***
Bu mübarek zatın türbesi, 1948 yılında yolun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defâsında, döşenen rayların sökülüp, metrelerce geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine, eskisinden 100 metre kadar ileriye bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi...
Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merâsim yapmadan çalışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız o da ne! Ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine dâvetsiz, ilânsız otuz binden fazla insan toplanıverdi.
Kabri açıldı. Mübareğin bedeni, 7 asırdan beri hiç bozulmamıştı. Tabuta kondu ve 100 metrelik mesâfeye tam üç saatte nakledilebildi...
11.12.2013
[Continue Reading]

10 Aralık 2013 Salı

“Senin nasibin bu kapıdadır” - 11.12.2013

Yûnus Emre hazretleri, tasavvuf ehli bir Hak âşığıdır. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde 80 yaşında vefât etmiştir...
Bu mübarek zat, genç yaşta Tapduk Emre hazretlerine talebe oldu... Otuz sene içinde, manevî yönden birçok dereceler geçmesine rağmen, bunları kâfi görmeyip, oradan ayrılmak istedi. Hocası ayrılmasını uygun görmedi ise de, tekrar döneceğini bildiği için müsaade etti...
"Niçin istifade edemedim" diye diye, dağlarda dolaşırken, iki gence rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile önlerine bir sofra gelirdi. Nihayet sıra kendisine geldi. O da şöyle duâ etti: 
“Yâ Rabbî! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et!”
Fakat o da ne? İki sofra birden geldi. Arkadaşları sordu:
-Yunus, sen kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin?
-Önce siz söyleyin!
-Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden derviş Yûnus hürmetine istedik, dediler.
Yûnus Emre bu manevî ikazın, Hocasının bir kerameti olduğunu anladı ve hemen tövbe ederek, dergâha döndü. Hocasının kapısının eşiğine yattı. Tapduk hazretlerinin gözleri görmüyordu. Ayağı bir şeye takıldı ve şöyle dedi:
-Bu bizim Yûnus değil mi?.. Geleceğini biliyordum; çünkü senin nasibin bu kapıdadır... 
Ne hikmettir ki, o güne kadar hiç şiir söylememiş olan Yûnus Emre, Hocasının arzusu üzerine o andan îtibâren ilâhi söylemeye başladı...
***
Bu mübarek zatın türbesi, 1948 yılında yolun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defâsında, döşenen rayların sökülüp, metrelerce geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine, eskisinden 100 metre kadar ileriye bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi...
Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merâsim yapmadan çalışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız o da ne! Ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine dâvetsiz, ilânsız otuz binden fazla insan toplanıverdi.
Kabri açıldı. Mübareğin bedeni, 7 asırdan beri hiç bozulmamıştı. Tabuta kondu ve 100 metrelik mesâfeye tam üç saatte nakledilebildi...
11.12.2013
[Continue Reading]

Düşmanın iade ettiği kılıç! - 10.12.2013

Plevne'ye yaptıkları iki saldırıları da Osman Paşa tarafından püskürtülen Rus Çarı, ne yapacağını şaşırmıştı! Romanya Prensi Birinci Karol’den yardım istedi. Rumenler elli bin kişilik bir orduyla yardıma koştu. Rus-Rumen birleşik ordusu, tekrar saldırdı. On iki saat süren büyük Rus taarruzu, düşmanın, kesin mağlûbiyetiyle netîcelendi. Osman Paşa'ya "Gâzi" unvânı verildi...
Ruslar kararlıydı! Bu sefer daha büyük kuvvetlerle kuşattılar ve Plevne’nin teslimini istiyorlardı. Osman Paşa bu teklîfi reddetti. Hiçbir yerden yardım gelmeyen Plevne’de yiyecek, yakacak ve ilâç sıkıntısı başlamıştı. Bu durum karşısında Osman Paşa, bir huruç (çıkış) harekâtı yaparak, Plevne’den çıkmaya karar verdi. Bu kararı öğrenen ahâli, Osman Paşaya ricâcı gönderdiler;
“Eğer asker Plevne’den çıkarsa, sivil halk içindeki Bulgarlar, bizlere çok zarar verir. Biz de sizinle birlikte çıkalım” şeklindeki teklif üzerine Bulgar halkının ileri gelenlerini çağıran Osman Paşa, onlardan Müslümanlara zarar vermeyeceklerine dâir söz aldı. Buna rağmen Müslümanlar birlikte gitmek için çok yalvardılar. Osman Paşa, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. “Biz askerî usûllerle harekât yaparız. Sizler bize ayak uyduramazsınız” dediyse de, halkın istekleri çok acındıracak durumda olduğundan istemeyerek râzı oldu...
Huruç harekâtının yapılacağı 10 Aralık 1877 sabahı, halkın araba, kağnı ve hayvanları ile askerin intikal yoluna geceden dizilmiş olduğu görüldü. Plevne yollarında tam bir hengâme vardı. Yollar kapanmıştı. İşte bu esnâda Rus topçusu ateşe başladı. Nice çoluk çocuk, kadın-kız bu ateş altında şehid oldu. Plevne’yi kuşatan Rus ordusuna karşı asker hücûma geçti. Düşman ordusunun birinci hattı kahramanca yarıldı. Ancak Ruslar, devamlı takviye alıyordu. Bu çıkış harekâtı sırasında Gâzi Osman Paşanın atı isâbet alarak öldü. Kendisi de bacağından yaralandı... Her türlü fedâkârlığı gösteren askerin harcanmaması düşüncesi Gâzi Osman Paşayı teslime mecbur etti...
Rus Orduları Başkumandanı Grandük Nikola askerî tören yaptırarak, Osman Paşa'nın kılıcını iade etti ve;
“Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz” demekten kendini alamadı...
10.12.2013
[Continue Reading]

8 Aralık 2013 Pazar

Fakir babası bir gâzi derviş... - 09.12.2013

Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi, Rumeli evliyâsının büyüklerindendir. Sınır boylarında yetişerek, Rumeli'de İslâmiyetin yayılması için gayret gösteren gâzî dervişlerdendir. 1575 (H.982) senesinde Dimitrofça'da vefât etti...
Muslihuddîn Efendi, ilim tahsîlinden sonra, memleketinde sanat ile meşgûl oldu. İnsanlara bildiklerini öğretir, yanlışlıkları düzeltir, garip ve kimsesizlere yardımda bulunur, herkese iyilik ederdi... Soğuk bir kış gününde, çoluk-çocuğunun maîşetini temin ettiği dükkânında çalışırken, bir kadın ve iki çocuğunun yoldan geçtiğini gördü. Çocukların hâline çok acıdı. Gariplerin üşüdükleri, yürüyüşlerinden belli oluyordu. Hemen peşlerinden koşup;
-Bre kadın, bu garipleri bu kış gününde sokağa döküp de nereye gidiyorsun? dedi. Çâresiz kadın, iki gözü iki çeşme ağlayarak;
-Bu gariplerin babaları vefât etti. Yakınımızda bulunan bir zâlim de, eline geçirdiği sahte hüccetle (senetle), yetimlere babalarından mîrâs kalan çiftliği elde etmek istedi. Bu kış günü bizi tâciz ediyor, dedi.
Kadıncağız bunları anlatırken, bahsettiği o zalim adam da oraya geldi. Muslihuddîn Efendi;
-Be adam, bu garipleri niçin incitirsin? Senin gibiler bunlara yardım edecek yerde, bu yetimleri incitirse, kimden merhamet beklenir? dedi. Adam da, bu konuda kendisinin haklı olduğunu savundu...
Muslihuddîn Efendi, onları Kadıya götürdü. "Bu kadıncağızın işlerini hallediverin" dedi. Deliller, senetler karşılaştırıldı. Adamın yalan söylediği anlaşıldı. Elindeki sahte senet alınıp yırtıldı. Yetimler için yeniden doğrusu yazıldı. Muslihuddîn Efendi, yetimlerin ihtiyaçlarını görüp köylerine gönderdi. Kadın ve çocuklar, yana yakıla duâ ettiler... 
O gece Muslihuddîn Efendi rüyâsında Resûlullah efendimizi görmekle şereflendi. Yüksek derecelere kavuştuğu müjdelendi...
Muslihuddîn Efendi, Dimitrofça'da yıllarca insanlara feyiz saçtı. Çevre kasaba ve köylerden birçok talebe geldi. Orada yüzlerce insan ilim öğrendi. Kalplerini tasfiye ve nefislerini tezkiye edip, nice makamlara yükseldiler. Nice garipler, dertliler, onun müstecâb duâları bereketiyle dertlerinden kurtulup sıhhat ve âfiyet üzere yaşadılar...
09.12.2013
[Continue Reading]

Öyle bağlanan böyle sevilir!.- 08.12.2013

Çelebi Hüsâmeddîn, Konya'da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi, vekîlidir...  Çelebi Hüsâmeddîn'in babası, devlet erkânından zengin bir kimse idi. Vefât edince, malı, mülkü Çelebi Hüsâmeddîn'e kaldı. O da bütün servetini Hazreti Mevlânâ'nın yolunda harcadı. Hocası da, onu pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi... Bir gün Mevlânâ'nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını ve arkadaşlarını dâvet etti. Yemekten sonra, sohbet dinlemek istiyorlardı. Fakat hocaları hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları sohbet buyurmaları için talepte bulundularsa da, mübarek, yine konuşmadı... Ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği talebesi Çelebi Hüsâmeddîn'in orada olmadığını fark edince;
-Efendim! Çelebi Hüsâmeddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusur mu ettik? deyince, hazreti Mevlânâ;
-Hüsâmeddîn bağdadır, buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak;
-Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın sevdiği, ey canım, ey oğlum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn, buyurdu ve yanı başına oturttu. O geldikten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unutamadı...
***
Bir kış günü, sabahın erken saatlerinde kalkan hazreti Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. En çok sevdiği talebesi Çelebi Hüsâmeddîn'in oda kapısının karşısında beklemeye başladı. Kar lapa lapa yağdıkça, hazreti Mevlânâ'nın üzerini örtüyordu...
Namaz vakti geldiğinde kapıyı açan Çelebi Hüsâmeddîn, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü. Yaklaşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve;
-Cânım efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakîrin kapısında beklersiniz? diyerek ayaklarına kapanıp özürler diledi. Hazreti Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni oldu ve şöyle buyurdu:
-Ey Hüsâmeddîn! Hoca, talebesini sevip gözetirse, talebe de hocasına öyle bağlı olur ve sever...
08.12.2013
[Continue Reading]

Kılıç ve kalem erbabı bir yiğit! - 07.12.2013

Abdullah bin Mübârek hazretleri, Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir... Bu mübarek zat, Merv'de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet'i yaymak için cihâda, düşmanla harbe giderdi. O, medresede müderris, câmide vâiz, şehirde tüccâr ve harbde büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem erbabı idi. Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan kahramanlıklar gösterdi... 
Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. İslam ordusu sessiz ve sâkin bir gecede Tarsus'un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Sırtlarda da Bizans ordusu görünüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler yakmışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında tepeden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler... 
Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı karşıya geldi... O zamanki âdete göre, hücumdan önce teke tek vuruşmalar olurdu. Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı. Dövüşmek için Müslümanlardan er istedi. Müslüman saflarından bir kahraman onun karşısına dikildi. Fakat, şehîd düştü. Arka arkaya çıkan üç mücahid de şehîdlik şerbetini içtiler... Rum ordusunda sevinç çığlıkları yükseldiği sırada İslam askerinin arasından, atının üzerinde heybetli birinin meydana çıktığı görüldü. Rum'un karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı idi. Daha ilk hamlede, çevik bir hareketle kılıcını Rum'un göğsüne sapladı. Müslüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu... Peş peşe çıkan üç Rum'u cehenneme yolladı. Mücahidler son derece moral bulmuştu... Müslüman er yerine dönünce bu kahramanın ince, narin yapılı Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp; düşman karşısındaki heybetli görünüşüne hayret ettiler...
Ne hikmettir ki, bu mübarek zat, çok istediği halde harp meydanlarında değil; bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarında vefât etti. Allahü teala şefaatine nail eylesin...
07.12.2013
[Continue Reading]

6 Aralık 2013 Cuma

"Vallâhi dünya için Allah demem!" - 06.12.2013

Abdullah-ı Mekkî Erzincânî hazretleri, on dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona hilâfet-i mutlaka yâni tam icâzet, diploma verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirerek Anadolu'ya gitmesini işaret etti... Abdullah Mekkî hazretleri, Erzurum'a kadar geldi. Oradan da Erzincan'a doğru yollara düştü... Geçtiği yerlerdeki ova ve dağları seyredip, yanındakilere buyurdu ki:
-Allah bilir ammâ Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bize târif buyurdukları memleket burası olmalıdır. Buradaki bir zâtın bizde nasîbi ve emâneti vardır!
Nihayet, Erzincan'ı şereflendirdi. İnsanlar akın akın ziyâretine geldiler. Gelenler arasında, "Terzi Baba" diye bilinen Muhammed Vehbî de vardı...
Muhammed Vehbî içeri girince ayağa kalktı. Hiç kimseye göstermediği iltifâtlarda bulunarak onu yanına oturttu. Sohbetten sonra yanındakilere;
-Bu zâtın serveti var mıdır? diye sordu. Oradakiler;
-Hayır. Yalnız köyde, Sarıgöl'de bir bağı ile, şehirde bir evi ve terzilik yaptığı bir dükkânı vardır, dediler. Bunun üzerine Muhammed Vehbî'yi yanına çağıran Abdullah Mekkî hazretleri;
-Oğlum! Hocam Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî bizi buralara gönderdi. Bize ehline verebileceğimiz bir emânet verdi. O emânete seni lâyık gördüm. Kabûl edersen onu sana teslim edeyim, diye teklifte bulundu.
Muhammed Vehbî, teslimiyet ifâde eden bir tavırla; "Siz bilirsiniz efendim" cevâbını verince; Abdullah-ı Mekkî;
-Vereceğim emânet, sana çok faydalar sağlayacak, buyurdu. Muhammed Vehbî bu söz üzerine;
-Efendim, Vallâhi dünya için Allah demem, cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekkî;
-Oğlum haydi git! Sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet de zâten bu idi, buyurarak onun yüksek derecesini işâret etti... Terzi Baba'ya himmetle nazar ederek emâneti tevdî etti. O günden sonra sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan Terzi Baba, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine kavuştu. Abdullah Mekkî, Terzi Baba'nın olgunluğa erdiğini görerek, ona hilâfet verdi ve Erzincan'dan ayrılarak tekrar Mekke-i mükerremeye döndü...
06.12.2013
[Continue Reading]

5 Aralık 2013 Perşembe

Delide para ne gezer!.. - 05.12.2013

Eskiden, akıllı geçinen bir kimse varmış. Bu adam aynı zamanda çok da açgözlü biriymiş... Bir gün ruh ve sinir hastalıkları hastahânesine uğramış. Hastalardan birine;
-Sen kaç yıldır ve niçin buradasın? diye sormuş. O da;
-Senesini unuttum. Ben deli falan da değilim. Doktorlardan "zararlı harfler”i saymalarını istiyorum; cevap veremiyorlar. Ben sayınca da zincire vuruyorlar.
Adam, karşısındakinin deliliğine hükmeder ve içinden, “Hiç zararlı harf olur muymuş?” diye geçirirken, hasta sormuş:
-Peki siz biliyor musunuz?
-Yook!.. Söylesen de öğrensek!
-Zararlı harfler üçtür: "Tı, mim, ayn"
-Bir şey anlamadım.
-Anlatayım da deli olup olmadığıma karar ver! Tı, mim ve ayn harfleri “tama' (tamah-doymazlık, açgözlülük)” kelimesinin harfleridir. Kim ömründe tamahkâr ve harîs olursa, bunun cezâsını çeker. Sakın ola ki tamahkâr olmayasın.
Adam, hastaya teşekkür etmiş ve yanından ayrılmış. Bir müddet sonra işlerini bitirip hastanenin kapısından çıkmak üzereyken aynı adam oturduğu yerden ona yine seslenmiş:
-Birazcık gelir misin?
Adam dönüp gelmiş:
-Buyur, bir şey mi söyleyeceksin?
-Efendi, sen iyi birisine benziyorsun. Beni buraya getirdikleri zaman cebimde bir kese sarı lira vardı, şu kapının yanındaki direğin tepesine saklamıştım. Benim buradan çıkacağım yok. Zaten bana para ne lazım? Onları al, sana anamın ak sütü gibi helâl olsun.
Adam bu sözleri duyar duymaz birden tamâha kapılmış. Direğe bakmış bir hayli yüksek. Hasta adama dönüp yavaşça;
-Peki güzel de, ben direğin tepesinden onları nasıl alacağım?
Hasta, bunun üzerine adamın elinden tutmuş. Direğin yanına yaklaşmış ve omuzunu direğe yaslayıp;
-Haydi, omuzuma bas ve oraya uzan.
Adam, direğin tepesine uzanmaya çalışırken deli altından çekilivermiş! Paldır-küldür yuvarlanıp kan-revan içinde kalırken, deli dediği hasta da şu ibretli sözleri söylemiş:
-Be adam! Sana tamahkâr olma demedim mi? Ne çabuk unuttun. Delide para ne gezer. Haydi var diyelim, direğin tepesine para saklanır mı? Şimdi çek hırsının cezâsını!..
05.12.2013
[Continue Reading]

4 Aralık 2013 Çarşamba

Hanedanı kurtaran kadın! - 04.12.2013


Yıl 1808... Bir temmuz sıcağındayız... Ancak, Topkapı Sarayının içi daha sıcak! Çünkü içeride yürekleri dağlayan; tarihin en acı olaylarından biri yaşanıyor... Harem dâiresini basan 20 kadar zorba, tekrar tahta çıkarılacağı anlaşılan III. Selim Hân’ı şehit ediyor... Sonra da Şehzâde Mahmud’un peşine düşüyorlar!..
Asiler, genç şehzâdeye yaklaştıklarında, karşılarına Padişahın iki sâdık adamı dikilir: Anber Ağa ve Hafız İsa Ağa... Bu yiğitler, kılıçlarını çekmiş, saldırganları durdurmaya çalışıyorlar. Durum çok vahimdir! Hem kendilerinin hem Şehzâde Mahmud’un ecel şerbetini içmesi kaçınılmaz gibi görünüyordu... Ancak o sırada, beklenmedik bir olay yaşanır! Haremin gediklilerinden Cevri Kalfa, sevgili şehzâdesinin elden gitmekte olduğunu görünce, hamam külhanından bir tas sıcak kül alır ve saldırganların yüzüne serpiverir. Adamlar yanan gözlerini silip toparlanmaya çalışırken, Anber ve İsa Ağalar yeterli zamanı kazanır. Şehzâdeyi hemen dama çıkarırlar, oradan da merdivenle yere indirmeyi başarırlar... Şehzâde Mahmud, o sırada Osmanlı'nın tek erkek evladıydı. Şayet öldürülseydi Hanedan 18. asrın başında bitmiş olacaktı!
***
Ertesi gün, genç şehzâde, "İkinci Mahmûd Han" olarak Osmanlı tahtına oturdu... Mahmûd Han, Alemdâr Mustafa Paşa'yı, vezîriâzam tâyin edip, Kabakçı Mustafa isyânından sonra ülkede pek çok hâdise çıkaran zorbaları yola getirmekle vazifelendirdi. İsyânda rol oynamış bulunan âsîler cezâlandırıldı. Fesat çıkaranlar İstanbul dışında ikâmete mecbur tutuldu...
Amcası Üçüncü Selim Han, Şehzade Mahmud'un yetişmesine çok îtinâ göstererek, modern askerî ve teknik bilgileri ve devlet idâresini iyi bir şekilde öğrenmesini sağlamıştı. İstanbul’daki hâdiseleri yatıştıran Sultan Mahmud Han, hemen dış meselelerin halline koyuldu... 
***
Bu arada, Sultan II. Mahmud Hân, hayatını kurtaran kahraman kadın Cevri Kalfa'yı, Hazinedar Ustalığı (vezir rütbesine eşit) görevine getirdi. Çamlıca’da geniş bir arazi bağışladı. Cevri Kalfa ise, kendini hayır işlerine vererek, Sıbyan Mektebi ve çeşme yaptırıp, vakıflar kurdu... Vefat edince, Fâtih Camii haziresindeki Nakşidil Sultan'ın türbesine defnedildi...
04.12.2013
[Continue Reading]

3 Aralık 2013 Salı

"Hanımın vefatını bana gösterme Allah'ım!" - 03.12.2013

Şeyh Mecdüddîn Îsâ rahmetullahi aleyh, Anadolu'da yetişen evliyâdandır. Saruhan Beyinin Akhisar'ı fethinden sonra oraya yerleşen Taşgunoğulları namıyla bilinen bir Türk âilesine mensuptur. 1447 (H.851) senesinde Akhisar'da doğdu. 1530 (H.937) de vefât etti. Türbesi Akhisar'da kendi ismiyle anılan Şeyh Îsâ Camii bahçesindedir...
Mecdüddîn Îsâ hazretleri Ehl-i sünnet îtikâdının ve doğru din bilgilerinin yayılması için çok hizmet etmiş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Talebelerine ve sevenlerine muhakkak ilim ve sanat öğrenmelerini emrederdi. "İlim ve sanat öğrenen başkalarının minneti altına girmez" derdi...
Mecdüddîn Îsâ hazretleri Malkara'ya gidecekti. Yolu, Bergama'ya uğramıştı. Orada bir handa konaklamıştı. Yanındaki talebeleri müsaade isteyip çarşıya çıktılar. Dönerken hocalarının iki hanımına hediye olarak birer yemeni aldılar. Hocalarına verecekleri sırada yemeninin birini kaybetmiş olduklarını görüp telaşlandılar. Mecdüddîn Îsâ hazretleri onların bu tedirgin hâlini anlayıp;
-Hiç telaş etmeyiniz! Benim Meryem Hanıma çok muhabbetim var. Çünkü o, çok cömert ve misafirperverdir. Herkesle iyi geçinir. Beni hiçbir zaman üzmedi. Onun vefât hâlini bana göstermemesi için Allahü teâlâya duâ etmiştim. Allahü teâlâ bilir Meryem Hanım vefât etmiş olsa gerek! dedi.
Gerçekten de, Akhisar'a döndüklerinde hocalarının bu hanımının vefât ettiğini öğrendiler...
***
Şeyh Mecdüddîn Îsâ, bir gece rüyasında; "Kalk yola çık" diye bir ses duydu. Bu işâret üzerine kalkıp yanına birkaç dervişi de alarak çarşıya doğru yürüdü. Çarşıda Çanakkale yoluyla Trakya'ya gitmekte olan bir kervan gördüler. Bu kervana katılıp yola çıktılar. Malkara kasabasına varınca vaktiyle Bursa'da ders aldığı, kendisinden ilim öğrendiği bir hocasının oralı olduğunu hatırlayıp ziyaretine gitmek istedi. Arayıp sordu ve evini buldu. Bu hocası bir haftadır hasta yatmakta ve son anlarını yaşamakta idi. Şöyle vasiyet etmişti: 
"Vefat edince cenâze yıkanması ve namazın kılınması vazîfesini talebem Şeyh Îsâ yapsın." 
İçeri girince vefât etmek üzere olan hocası gözlerini açıp;
-Evlâdım Îsâ nerede kaldın, bir haftadan beri seni bekliyorum, dedi ve helalleşip ruhunu teslim etti. O da hocasının vasiyetini yerine getirdi.
03.12.2013

[Continue Reading]

2 Aralık 2013 Pazartesi

Melekler arasında müjdelenen zat!.. - 02.12.2013

Sa'd bin Mu'âz radıyallahü anh, Abdüleşheloğulları kabilesinin reisiydi. Kavmi, onun Müslüman olduğunu duyar duymaz hep birlikte iman ettiler. Bedir ve Uhud Savaşına katılan bu mübarek zat, gösterdiği cesâret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilirdi. Uhud'da Peygamber aleyhisselam yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Resûlullah'ın yaralarını sarıp, tedâvi etti...
Sa'd bin Mu'âz müşriklerle yapılan Hendek Savaşına da katıldı. Ancak ağır bir yara aldı ve durumu ciddi idi. Peygamber efendimiz, yanına gelip onu kucakladı ve;
- Allahım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd etti. Resûlünü de tasdîk etti. Ona kolaylık ihsân eyle, buyurarak duâ etti.
***
Ertesi sabah, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?
Bunun üzerine Peygamber efendimiz hemen Sa'd bin Mu'âz'ın hâlini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamber aleyhisselâm yanında Eshâb-ı kirâm'dan bazıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti.
Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yorulduk yâ Resûlallah.
Bunun üzerine, Peygamber efendimiz:
- Melekler Hanzala'nın cenâzesinde bizden önce hazır bulundukları gibi Sa'd'ın da cenâzesinde bizden önce gidecekler, buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı.
Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup, onun künyesini söyleyerek buyurdu ki:
- Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana vadettiğini verecektir.
***
Onun vefâtı Resûl aleyhisselâmı ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamber aleyhisselâm cenâze namazını kıldırdı, tabutunu taşıdı. Eshâb-ı kirâm, Sa'd bin Mu'âz'ın cenâzesini taşırken dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Biz böyle kolay taşınan cenâze görmedik.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:
- Sa'd'ın cenâzesine yetmiş bin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi.
02.12.2013
[Continue Reading]

"Kimseyi kıyafetine göre değerlendirme!" - 01.12.2013

Din büyükleri "Kibir, Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Her iyiliğe engeldir, her kötülüğün anahtarıdır. Kibir şeytanın sıfatı ve kovulma sebebidir. İlmi ile kibirlenmek ise büyük felakettir" buyuruyorlar. Bugünkü menkıbemiz, bu hususu ne güzel de anlatıyor...
Efendim, bir zamanlar fakir, elbisesi eski fakat tertemiz bir âlim, bir mahkemede üst sıralarda bulduğu boş bir yere oturur. Mahkemenin kadısı (hâkimi) gerek giyiminden gerekse tanımadığından olacak ki, sert sert bakar. Bunun üzerine, kadının bir adamı, fakirin yanına gelerek;
-Buradan kalk. Herkes meclisin üst tarafına layık olamaz. Senin yerin aşağısı, der.
Âlim de kalkar ve aşağılarda bir yere oturur...
Derken âlimler bir fıkhi meselede tartışmaya başlarlar:
-Dediklerini kabul edemem, sen bu konuyu bilmiyorsun, şeklinde birbirlerine üstünlük kurma mücadelelerini sürdürürler. Bir karmaşadır gider...
Fakir âlim dayanamaz ve söz alır:
-Lütfen bir kere de beni dinler misiniz? Bu konuda benim de söyleyeceğim birkaç söz var.
-Buyurun, iyi bir şeyler biliyorsanız söyleyin.
Âlim, çok güzel bir üslup ve konuya hâkimiyeti ile onları ikna etmekle kalmaz aynı zamanda gönüllerini de fetheder. Sözünü öyle bir yere getirir ki, kadı efendi, hatasını anlar, onun faziletini de takdir ederek, askıdaki cübbesini, sarığını alıp ona vermek ister. Ancak o kabul etmez. Kadı efendi şöyle der:
-Yazıklar olsun bizlere ki, senin kıymetini anlayamadık. Meclisimize teşrifinizden dolayı teşekkürlerimizi sunamadık. Sizin bu kadar fazilet ile meclisin alt tarafına oturmanızdan dolayı çok müteessirim.
Kadı efendiden sonra, adamı da gelir, biraz önce kalbini kırdığı fakir âlimin gönlünü almaya çalışır. Kadının takdim ettiği sarığı, fakir âlimin başına sarmaya çabalar. Ancak mütevazı fakir âlim şu ibretli cevabı verir:
-Dur, ben o sarığı sarmam. Çünkü elli arşınlık bu sarığı sararsam, bana kibir gelebilir. Yarın eski elbiseli birisini görürsem, onları beğenmezlik edebilirim. O sarık başımda oldukça, beni görenler halkı gözümde küçük göstermeye uğraşırlar. Sen sen ol, kimseyi sarığına, kıyafetine göre değerlendirme!
01.12.2013
[Continue Reading]
Powered By Blogger · Designed By Seo Blogger Templates