<data:blog.title/>

<data:blog.pageName/>-<data:blog.title/>









30 Eylül 2015 Çarşamba

Keramet ve istikamet

Sual: (İstikamet, kerametten üstündür) sözü ne anlama geliyor?
CEVAP: İmam-ı Muhammed Masum-i Faruki hazretleri gibi büyük zatlar, (İstikamet, kerametten üstündür) buyuruyorlar. Keramet, su üstünde yürümek gibi olağanüstü bir olay demektir. Bu olaylar, peygamber ve evliya zatlardan meydana geldiği gibi fâsık ve kâfirlerden de meydana gelebilir. Kâfirden meydana gelen harikaya, sihir, büyü deniyor. Fâsıktan meydana gelene ise, istidraç deniyor. Bu durum bilinmediği için sapık şeyhlerde görülen istidraçlar, keramet sanılıyor.
Burada istikamet, doğru itikat ve doğru amel üzere olmak demektir. İşte ancak istikamet sahibi bir kimseden meydana gelen harika bir olaya keramet denir. Bu bilinmeyince, kerametle istidraç karıştırılır. Sapık kimseler evliya zannedilir. İstikamet üzere olan Müslüman, çok kıymetlidir, evliyadır. Bunun için, (Büyük zatları tanımak, onları sevmek ve onların yolunda gitmek, en büyük keramettir) buyuruluyor. Ehl-i sünnet itikadında olup da, bu üç şart kendinde bulunan kimse gıpta edilecek büyük bir zattır.

ASANSÖRDE HALVET

Sual: Asansörde halvet olur mu? Yani asansörde bir erkekle bir kadın bulunsa günah olur mu?
CEVAP: Bu husus, asansörün durumuna göre değişir. Mesela dışarıdan içi görülen asansörlerde halvet olmaz. Görünmeyen asansörlerde, katların birinde başka birinin girme ihtimali varsa veya asansörde kamera olduğu biliniyorsa halvet olmayacağı gibi, iki veya daha fazla erkek varsa yine halvet olmaz. Eğer dışarıdan asansöre müdahale imkânı yoksa, tamamen içeriden idare ediliyorsa, kapalı asansörde bir kadınla yabancı bir erkek varsa, o zaman günah olur.

SOL ELİ KULLANMAK

Sual: Bilgisayarda sağ elimizle fare denilen mouse’u tutarken sol elimizle tesbih çekebilir miyiz? Yani sağ elimiz meşgulken sol elimizi kullanmanın mahzuru var mıdır? Sağ elimiz meşgul olmasa da, kasıtsız sol eli kullanmanın mahzuru olur mu?
CEVAP: Sol eli kullanmanın mahzuru olmazsa da, sağdan başlamak sünnet-i zevaiddir, yani âdete ait sünnettir. Mazeretsiz sol eli kullanmamalı. Ama böyle bir özürle sağ elin terk edilmesinde mahzur olmaz.
30.9.2015
[Continue Reading]

Cami ve mescitlere gitmenin edepleri...

Câmilere, mescitlere giderken her adıma sevap verilir. Temiz ve yeni elbise giymeli, nereye girdiğinin şuurunda olarak, edep ve hürmetle sağ ayakla girmelidir...
Yarın, “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” (1-7 Ekim) başlıyor. Bu vesileyle bir nebze cami adabından bahsetmek istiyoruz efendim...
Allahü teâlânın en sevdiği yerler camilerdir, mescidlerdir... Mescidlerin en kıymetlisi “Mescid-i Harâm”dır. Sonra, Medîne’deki “Mescid-i Nebî”, sonra Kudüs’teki “Mescid-i Aksâ”, sonra “Kuba Mescidi”dir...
Câmilere, mescidlere giderken her adıma sevap verilir. Mescide giderken temiz ve yeni elbise giymeli, nereye girdiğinin şuurunda olarak, edep ve hürmetle sağ ayakla girmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Mescide giderken vakâr ile yürüyünüz, acele etmeyiniz. Yetişemediğiniz rek’atleri tamamlayınız.)
Peygamber efendimiz, (Cennet bahçelerine uğradığınız zaman bol bol yiyip, içiniz) buyurduğunda, Eshâb-ı kirâm, “Cennet bahçesi neresidir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (Mescitlerdir) buyurdu. “Yiyip içmek nasıl olur?”, diye sorduklarında, (Sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, demektir) buyurdu...
Mescide girerken Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salât okumalı, Rabbinin fadlından ümitli olmalıdır... Camilerde dünya kelâmı konuşmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Âhir zamanda ümmetimden bazı kimseler mescitlerde halka olup oturacaklar, dünya kelâmı, dünya sevgisi konuşacaklardır. Onlarla mescitlerde oturmayınız. Allahü teâlânın onlarla işi yoktur.)
Câmide, mescitlerde yüksek sesle bağırmak, birisi ile münâkaşa etmek başkasının kalbini kırmak câiz değildir. Günah olan bir şeyin mescitlerde yapılması, günahını daha çok artırır.
Mescitlerin her cuma günü buhur yakılarak güzel kokması sağlanmalı, her tarafı temiz tutulmalıdır... Câmide bir şey yemek, uyumak mekruhtur. Misâfir olanlara câizdir.
Câmiye, soğan, sarımsak gibi fenâ kokulu şeyleri yiyip gelmek câiz değildir. Yaptığı iş sebebiyle üzerindeki elbisesi kokan, balıkçı, ciğerci gibi kimselerin de bu elbise ile câmiye gelmesi uygun olmaz. İlâç sebebiyle kokulu bir şey yiyen de cemâate böyle gelmemelidir. Çünkü, pis koku, insanlara ve meleklere eziyet verir.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Sarımsak, soğan, pırasa ve turp yiyen, kokusu gitmeden mescidimize yaklaşmasın! Çünkü insanın rahatsız olduğu şeylerden melekler de rahatsız olur.)
Mahalle mascidinde, cemâat az olsa dahi, namazı burada kılmak, cemâati çok olan büyük câmide kılmaktan efdaldir. Mahalle câmiinde cemâati kaçıranın başka câmiye gitmesi efdaldir...

30.9.2015
[Continue Reading]

Hızır’ı görmek istiyordu, ama…

Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında Yahya Efendi hazretleri vardı ki Sultan, "ağabey" diye hitap ederdi ona.
Dahası, hürmet ederdi.
Bu zat Hazret-i Hızır’la sık görüşüyordu.
Sultan da bunu biliyordu.
Bir akşam, kayıkla gezintiye çıkmıştı.
Yahya Efendi'yi hatırlayıp yanaştırdı kayığı Ortaköy’e.
Ve bir kimse ile;
“Ağabey, gel beraber dolaşalım” diye haber saldı.
Niyeti, onun bereketiyle Hızır'ı görmekti.
Büyük veli, gelip bindi kayığa.
Ama biri daha vardı yanında.
O kişi, Sultanın parmağındaki "yüzüğe" dikkatle bakıyordu ki Sultan fark edip çıkardı yüzüğü.
Ve o kişiye uzatıp;
“Al, yakından bak” dedi.
Aldı o da yüzüğü.
Evire çevire baktı, baktı.
Ve kaldırıp denize attı.
Daha sonra;
“Ben ineyim” dedi.
Denizden bir avuç “su” aldı.
Padişaha uzattı ve gitti.
Padişah “neler oluyor?" diye düşünürken avcundaki suda “yüzüğünü" gördü.
Sordu hemen Yahya Efendi'ye:
“Ağabey, neler oluyor?”
Buyurdu ki:
“O kişi, Hızır'dı Sultanım.”
“İyi ama neden önce söylemedin?”
Buyurdu ki:
“O, kendini tanıttı hünkârım. Ama siz geç kaldınız, ne yapayım?”
30.9.2015
[Continue Reading]

29 Eylül 2015 Salı

“Emanete hıyânet ettin!..”

Yûsuf adında bir gezgin, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine talebe olur ve bir sene sonra şöyle der: "Ey üstâd! Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse yok!"


Emanet; emîn, güvenilir olmak anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye bırakılan mala da, emânet denir. Hâin ise, emânete hıyânet eden, fenâlık eden kimseye denir. Hıyânet, birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak demektir. Emânet ve hıyânet, mâlda olduğu gibi, sözde de olur. Hadîs-i şerîfte;
(Emîn olmayan kimsede îmân yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur) buyuruldu.
Emânete hıyânet etmemek farz, emânete hıyânet etmek ise, büyük günahlardandır. Hadîs-i şerîfte;
(Emânete hıyânet edenin îmânı yoktur) buyuruldu.
Ehl-i sünnet âlimleri, bu hadîs-i şerifi, emânete hıyânet edenin îmânı kâmil olmaz, buna ehemmiyet vermezse, îmânı kalmaz, demektir diye açıklamışlardır. Bir hadîs-i şerifte de;
(Meşveret edilen kimse emîndir) buyuruldu. Onun doğruyu söyleyeceğine, sorulanı başkalarından gizleyeceğine emânet olunur, güvenilir. İnsan, malını, emniyet ettiği, güvendiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyleyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır.
Vaktiyle Yûsuf adında bir gezgin, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âzamı bildiğini öğrenince, Mısır'a gider. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, önceleri buna iltifat etmezler ise de, sonra huzura kabul ederler. Böylece Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet eder ve bir gün;
-Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin, der. Zünnûn-i Mısrî hazretleri sükût eder, ona cevap vermezler. Altı ay sonra, ağzı mendille kapatılmış bir çömleği ona verir ve;
-Fustat'ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi? diye sorar, o da;
-Evet, deyince;
-İşte bunu ona götür buyurur. O da ağzı kapalı kabı alır ve yolda giderken;
“Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir?” diye düşünür. Merakını yenemeyerek ağzı kapalı kabı açar ve içinden bir fare fırlayıp kaybolur. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına gelir. Zünnûn-i Mısrî hazretleri;
-Biz seni denemek için, sana bir fâre emânet ettik, fakat sen ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyiz? buyurur.
Netice olarak, Resûlullah efendimizin çok okuduğu, şu duâda buyurulduğu gibi:
(Allahümme innî es'elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn. Ya Rabbî! Senden, sıhhat, âfiyet, emânete hıyânet etmemek, güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!)
22.9.2015
[Continue Reading]

“Allahü teâlâdan hayâ ediniz!”

Allahü teâlâdan hayâ etmek, şehvetlerini, yani nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır...

Hayâ; utanma, âr, nâmus, çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık demektir. Hayâ, çirkin şey yapmaktan, ayıplanmaktan çekinmektir ki, Türkçede, utanmak, sıkılmak denir. Hadîs-i şerîfte;
(Allahü teâlâdan hayâ ediniz!) buyuruldu.
Allahü teâlâdan hayâ etmek, şehvetlerini, yani nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır. Bir hadîs-i şerîfte;
(Hayâ, îmândandır. Fuhuş söylemek, cefâdandır. İmân Cennete, cefâ Cehenneme götürür) buyuruldu.
Hayâ ve îmân birlikte bulunur. Biri yok olursa, diğeri de yok olur. Günâh işleyecek kimsenin, bu günâhtan vazgeçmesi, Allahü teâlâdan korktuğu veya insanlardan hayâ ettiği yahut başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alâmeti, o günâhı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan hayâ etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günâh işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebep olana yazılır. Bir hadîs-i şerîfte;
(İnsan günâhını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyâmet günü, bu günâhı kullarından saklar) buyuruldu.
Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bir sohbeti sırasında şöyle buyurur:
“Eğer insan bir Hıristiyan çocuğundan utandığı kadar Allahü teâlâdan utansa, o kimseden ilâhî emirlere zıt bir hareket zuhur etmez. Meselâ zinâ işlemek gibi büyük bir günâhı işlemek üzere olan kimse, bir Hıristiyan çocuğunun geldiğini görse, onun kendilerini göreceğini anlasa, hemen bu kötü işten kaçınır. Çocuğun görmesinden utanır. Halbuki Rabbülâlemînin her an kendisiyle berâber olduğunu düşünmez. O her an insanı görmektedir. Vazîfeli melekler de onun durumunu bilmektedir.”
Resûlullah efendimizin huzuruna bir kimse gelip;
-Ya Resûlallah, çok günâh işledim, tövbem kabul olur mu? deyince;
-Evet, olur buyurdu.
-O günâhları işlerken, O, görüyor muydu? deyince;
-Evet, buyurdular. Bunun üzerine o kimse, bir "âh!" çekti ve düşüp cân verdi. İmân ve hayâ böyle olur. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Siz, Onu görmüyorsanız da, O sizi görüyor) buyurdular.
Netice olarak, hayâ sahibi, çirkin iş yapamaz. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi:
(Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binâlar yapmakla hayâtınızı harcamayınız!)
21.9.2015
[Continue Reading]

Her şeyin kıymetini, ehli bilir

"Nimetlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yani emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim."


Nimet, faydalı şey demektir. Şükür ise, bütün nimetleri İslâmiyete uygun olarak kullanmak demektir. Her nimetin, külfet karşılığı olduğunu da unutmamak lâzımdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmaktan daha büyük bir nimet olmaz. Allahü teâlâ, nimetlerini dilediğine ihsân eder çünkü O, pek çok nimet ihsân edicidir. Âhırette Cennete gidecek olanlar, dünyada, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlayamaz ve ebedî nimetlerin kıymetini bilemezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlayamaz, acı çekmeyen de, rahatlığın kıymetini bilemezdi. Malı alınteri ile kazanmayan, mîrâsa konan, kaçakçılık, istifçilik yapan, yahut kendisine piyango, toto vurmuş olan, malın kıymetini bilemez. Câhil kimseler de, ilmin, âlimin ve evliyanın kıymetini anlayamaz ve bilemezler.
Vaktiyle bir genç, Allah adamlarını, evliyâyı, ilmi yetmediği, anlayamadığı için inkâr eder, onları kabul etmezmiş. Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bu gençle karşılaşır ve bu gence yüzüğünü verip;
-Bunu çarşıya götür, bir altına sat buyurur. Genç yüzüğü alır, çarşıya götürür. Çarşıdakiler, yüzüğe bakarlar ve bir gümüşten fazla vermezler. Genç geri gelip durumu anlatınca, Zünnûn-i Mısrî hazretleri;
-Şimdi de bu yüzüğü mücevherâtçılara götür, bakalım ne verirler buyurur. Genç yüzüğü mücevherâtçılara götürür ve onlar yüzüğe bin altın fiyat biçerler. Genç geri dönüp durumu haber verince Zünnûn-i Mısrî hazretleri, gence dönüp;
-Senin Allahü teâlânın sevgili kullarını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğün kıymetini bilmemeleri ve ona göre değer biçmeleri gibidir, buyurur. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı atar ve Allah adamlarına muhabbet etmeye başlar...
Netice olarak, insanların kavuştuğu her nimet, Allahü teâlâya îmân etmenin neticesinde, Onun merhameti ve ihsânıdır. İnsânlara gelen her musîbet ve felâket de, Allahü teâlâyı inkâr etmenin, kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Allahü teâlâ, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nimet, iyilik vermiştir. Îmân, ilim, sıhhat, mal, evlât, büyük nimetlerdendir. Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, şükretmemek, nimete kıymet vermemek olur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Sûre-i İbrâhîmin 7. âyetinde meâlen buyurulduğu gibi:
(Nimetlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yani emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.)
20.9.2015
[Continue Reading]

“Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır”

Allahü teâlâ duâ edenleri, kendisine yönelenleri ve güvenenleri sever. Yapılacak her işte sebeplere yapışmalı ve o sebeplere güç, kuvvet, tesir vermesi için de O'na güvenmeli, tevekkül etmelidir. 

Her zaman ve her işte, Allahü teâlâya tevekkül etmeli, Ona sığınmalıdır. Nimet zamanında şükretmeli, isyan ve nankörlük etmemeli, dert ve belâlar gelince de, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri, kendisine yönelenleri ve güvenenleri sever. İşlenen günâhlar için de, şartlarına uyarak tövbe etmeli ve Allahü teâlânın affına, merhametine güvenmelidir.
Zünnûn-i Mısrî hazretlerini çekemeyen, hased edenler, çeşitli yalanlar uydurup, iftiralar ederek zamanın hükümdarına şikâyette bulunurlar. Hükümdar da, bu işin aslını öğrenmek için, Zünnûn-i Mısrî hazretlerini huzuruna çağırtır. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaşır ve o ihtiyar kendisine;
-Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar sende yoksa ve sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır der. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar;
-Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin? diye sorar. Zünnûn-i Mısrî hazretleri de;
-Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan Müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim, cevabını verir. Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşündükten sonra, yanındakilere dönüp;
-Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır diyerek onu serbest bırakır.
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır. Meşveretten sonra tevekkülü emreyledi. Âhiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emrolundu. Burada, azâbından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lâzımdır. Allahü teâlânın keremine, ihsânına güvenmeli ve emrolunan ibâdetleri yapmalıdır. İslâmiyete uymamız, yani emredilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazîfemizdir. Tevekkül budur ve kulluk böyle olur.”
Netice olarak, yapılacak her işte sebeplere yapışmalı ve o sebeplere güç, kuvvet, tesir vermesi için de Allahü teâlâya güvenmeli, tevekkül etmelidir. Bir âyet-i kerimede meâlen buyurulduğu gibi:
(Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, O'na güven!)
15.9.2015
[Continue Reading]

Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü

"Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya da üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir."

Sual: Yunus Emre’nin, (Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü) sözü için bazıları, (Türk olmayanları hoş göremeyiz) diyorlar. Yunus Emre gibi, ırk farkı gözetmeden yetmiş iki milleti insan olarak değerlendirmek yanlış mıdır?
CEVAP: Yunus Emre gibi büyük zatların sözlerine yanlış demek doğru olmaz. O sözü ne maksatla söylediği anlaşılırsa yanlış olmadığı meydana çıkar. Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni Lâl)
Bir milletin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah indinde en üstününüz, takvâda en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13]
İki hadis-i şerif:
(Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya da üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.) [İbni Neccar] (Acem, Arap olmayan demektir.)
(Irkçılık yapan, ırkçılık için savaşan ve ırkçılık uğrunda ölen, bizden değildir.) [Ebu Davud]
Dinimiz, (Üstünlük takvâ iledir) buyururken, bunun aksini söylemek bir Müslümana yakışmaz. Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup cennetlik olabildiği gibi, Müslüman da, Allah korusun küfre düşüp cehennemlik olabilir. Kâfire bu gözle bakarsak, kendimizi ondan üstün bilemeyiz. Kâfir olduğu için kalben sevmemek gerekir, ama o ayrıdır.

DİŞ TAŞLARI

Sual: Su geçirmediği ve çıkarılabildiği hâlde diş taşları gusle mâni olmuyor da, diş kovuğundaki hamur niye gusle mânidir?
CEVAP: Hamur bizim tarafımızdan konuyor. Diş taşı ise elimizde olmayan sebeple meydana geliyor. Diş taşı gibi, derideki sedef de kendiliğinden meydana gelip bunları kolayca yok eden bir ilaç da olmadığı yani harac olduğu için gusle mâni olmuyor. Tam İlmihâl’de de şöyle deniyor:
Tartar veya kefeki denilen ve dişlerin dibinde hâsıl olan kireçlenmeler, salgılardan, kendiliklerinden hâsıl oldukları için ve buna mâni olan ilaç bulunmadığı için, bunların mevcut olmasında zaruret vardır. İzale edilmesinde harac olanlar, derideki çıbanın, yaranın üstündeki zar, kabuk gibi olup, altlarını yıkamak, dört mezhepte de lazım olmaz. Bunun için başka mezhebi taklit gerekmez. (S. Ebediyye)
28.9.2015
[Continue Reading]

"Canımız üzüm ister, kim getirir!"

Üftade hazretleri; bir kış gecesi, talebelerine hitaben;
“Evlâtlar! Canımız üzüm ister, kim bulup da getirir?” der.
Talebeler şaşırırlar.
Birbirlerine bakışırlar.
Öyle ya, vakit gecenin bir yarısıdır.
Yerlerde bir metre kar vardır.
Şu anda imkânsızdır.
Ama Aziz Mahmud öyle düşünmez.
“Mademki hocam istedi, elbette bulmalıyız” der.
Fırlar ayağa. “Derhâl bulup getireyim” der.
Hazret-i Üftade; “Peki evlât, git getir” buyurur.
Çekirge'de bir üzüm bağları vardır.
Kar tipi dinlemez, oraya varır.
Asmalar kar altında kalmıştır.
“Bismillah!” der, bir yer açar.
Alttan salkım salkım üzümler çıkar.
Doldurur sepeti düşer yola.
Kar, soğuk, karanlık, vız gelir ona.
Çünkü az sonra dergâha varacaktır. Hocasının duasını alacaktır.
Bu, onun için büyük kazançtır.
Derken “bir çukur” çıkar ününe.
Adımını atar atmaz düşer içine.
“Yâ Rabbî! Hocamın hürmetine beni kurtar” diye yalvarır.
O anda “bir ihtiyar” belirir.
Elini uzatıp yukarı çeker.
Çıkınca göremez onu bir daha.
Sepeti omuzlar, varır dergâha.
“Kardan adam” gibi girer içeri.
Hazret-i Üftade sorar:
“Seni kim çıkardı o çukurdan?”
“Bilmiyorum efendim” der.
Büyük veli;
“O, Hızır'dı” buyurur.
Ve öyle dua eder ki, o Aziz Mahmud, "Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri" olur.
28.9.2015
[Continue Reading]
Powered By Blogger · Designed By Seo Blogger Templates