<data:blog.title/>

<data:blog.pageName/>-<data:blog.title/>









Osman ÜNLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osman ÜNLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2016 Pazar

“Âlem, böyle gelmiş, böyle gider” demek!

“Âlem, böyle gelmiş, böyle gider” sözü, âlemin kadim, sonsuz olduğunu gösteriyor ki, böyle inanmak küfürdür!
 
 
Sual: Bazı kimseler, “âlem, böyle gelmiş, böyle gider” diyerek, ahireti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmektedirler. İmanın şartlarından olan ahireti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek, imanı gidermez mi?
Cevap: Peygamberlerin söz birliği ile bildirdikleri ve İslâm âlimlerinin bizlere ulaştırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri, hayalleri ile yok edilemez. “Âlem, böyle gelmiş, böyle gider” sözü, âlemin kadim, sonsuz olduğunu gösteriyor ki, böyle inanmak küfürdür, imanı giderir. Âlemin yok olacağını inkâr etmektir. Halbuki Kur’an-ı kerim, her şeyin yok olacağını açıkça bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrar var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, bazı kimseler de; “İnsan, toprak maddesinden meydana gelmiştir. Ölünce çürüyüp, yine toprak, su ve gazlar hâline dönecektir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hasıl olmakta, bunları insanlar yiyerek, et, kemik, meni hâline dönmekte ve böylece başka insanlar meydana gelmektedir. Kıyamet kopması, insanların tekrar yaratılması, işte böyle olur” diyorlar.
Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Çünkü Allahü teâlânın âdet-i ilahiyyesi böyledir. Fakat insanların tekrar yaratılması böyle olur demek, yanlıştır. Çünkü Haşrı, Neşri ve Kıyameti inkâr etmektir. Kıyamet gününün gelmesi ve ölülerin mezarlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydanda toplanacakları, meleklerin yazdığı kitapların ortaya çıkarılacağı, hesap verileceği, terazinin kurulacağı, müminlerin Sırat köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin, inkâr edenlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azapta kalacakları, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
           ***
Sual: Bir şarta bağlı olarak yapılan adak, şart edilen şey olmadan önce yerine getirilebilir mi?
Cevap: Bir şarta bağlı olmayan nezri, adağı, tayin ettiği zamandan önce yapmak caizdir. Fakat, şarta bağlı olan nezri, adağı ise, istenilen şart hasıl olmadan önce yapmak sahih olmaz.
           ***
Sual: Şaban ayında bir ay oruç tutacağım diye adakta bulunan bir kimse, bu ayın tamamını mı oruçlu geçirir?
Cevap: Adı belli bir ayın orucunu adak eden kimse, o ay her gün oruç tutar. Bozduğu günleri ise, kaza eder. Ayın adını söylemedi ise, çeşitli aylarda, bir ay, otuz gün oruç tutar.
23.05.2016

[Continue Reading]

29 Eylül 2015 Salı

“Emanete hıyânet ettin!..”

Yûsuf adında bir gezgin, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine talebe olur ve bir sene sonra şöyle der: "Ey üstâd! Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse yok!"


Emanet; emîn, güvenilir olmak anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye bırakılan mala da, emânet denir. Hâin ise, emânete hıyânet eden, fenâlık eden kimseye denir. Hıyânet, birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak demektir. Emânet ve hıyânet, mâlda olduğu gibi, sözde de olur. Hadîs-i şerîfte;
(Emîn olmayan kimsede îmân yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur) buyuruldu.
Emânete hıyânet etmemek farz, emânete hıyânet etmek ise, büyük günahlardandır. Hadîs-i şerîfte;
(Emânete hıyânet edenin îmânı yoktur) buyuruldu.
Ehl-i sünnet âlimleri, bu hadîs-i şerifi, emânete hıyânet edenin îmânı kâmil olmaz, buna ehemmiyet vermezse, îmânı kalmaz, demektir diye açıklamışlardır. Bir hadîs-i şerifte de;
(Meşveret edilen kimse emîndir) buyuruldu. Onun doğruyu söyleyeceğine, sorulanı başkalarından gizleyeceğine emânet olunur, güvenilir. İnsan, malını, emniyet ettiği, güvendiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyleyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır.
Vaktiyle Yûsuf adında bir gezgin, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âzamı bildiğini öğrenince, Mısır'a gider. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, önceleri buna iltifat etmezler ise de, sonra huzura kabul ederler. Böylece Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet eder ve bir gün;
-Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin, der. Zünnûn-i Mısrî hazretleri sükût eder, ona cevap vermezler. Altı ay sonra, ağzı mendille kapatılmış bir çömleği ona verir ve;
-Fustat'ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi? diye sorar, o da;
-Evet, deyince;
-İşte bunu ona götür buyurur. O da ağzı kapalı kabı alır ve yolda giderken;
“Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir?” diye düşünür. Merakını yenemeyerek ağzı kapalı kabı açar ve içinden bir fare fırlayıp kaybolur. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına gelir. Zünnûn-i Mısrî hazretleri;
-Biz seni denemek için, sana bir fâre emânet ettik, fakat sen ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyiz? buyurur.
Netice olarak, Resûlullah efendimizin çok okuduğu, şu duâda buyurulduğu gibi:
(Allahümme innî es'elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn. Ya Rabbî! Senden, sıhhat, âfiyet, emânete hıyânet etmemek, güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!)
22.9.2015
[Continue Reading]

“Allahü teâlâdan hayâ ediniz!”

Allahü teâlâdan hayâ etmek, şehvetlerini, yani nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır...

Hayâ; utanma, âr, nâmus, çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık demektir. Hayâ, çirkin şey yapmaktan, ayıplanmaktan çekinmektir ki, Türkçede, utanmak, sıkılmak denir. Hadîs-i şerîfte;
(Allahü teâlâdan hayâ ediniz!) buyuruldu.
Allahü teâlâdan hayâ etmek, şehvetlerini, yani nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır. Bir hadîs-i şerîfte;
(Hayâ, îmândandır. Fuhuş söylemek, cefâdandır. İmân Cennete, cefâ Cehenneme götürür) buyuruldu.
Hayâ ve îmân birlikte bulunur. Biri yok olursa, diğeri de yok olur. Günâh işleyecek kimsenin, bu günâhtan vazgeçmesi, Allahü teâlâdan korktuğu veya insanlardan hayâ ettiği yahut başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alâmeti, o günâhı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan hayâ etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günâh işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebep olana yazılır. Bir hadîs-i şerîfte;
(İnsan günâhını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyâmet günü, bu günâhı kullarından saklar) buyuruldu.
Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bir sohbeti sırasında şöyle buyurur:
“Eğer insan bir Hıristiyan çocuğundan utandığı kadar Allahü teâlâdan utansa, o kimseden ilâhî emirlere zıt bir hareket zuhur etmez. Meselâ zinâ işlemek gibi büyük bir günâhı işlemek üzere olan kimse, bir Hıristiyan çocuğunun geldiğini görse, onun kendilerini göreceğini anlasa, hemen bu kötü işten kaçınır. Çocuğun görmesinden utanır. Halbuki Rabbülâlemînin her an kendisiyle berâber olduğunu düşünmez. O her an insanı görmektedir. Vazîfeli melekler de onun durumunu bilmektedir.”
Resûlullah efendimizin huzuruna bir kimse gelip;
-Ya Resûlallah, çok günâh işledim, tövbem kabul olur mu? deyince;
-Evet, olur buyurdu.
-O günâhları işlerken, O, görüyor muydu? deyince;
-Evet, buyurdular. Bunun üzerine o kimse, bir "âh!" çekti ve düşüp cân verdi. İmân ve hayâ böyle olur. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Siz, Onu görmüyorsanız da, O sizi görüyor) buyurdular.
Netice olarak, hayâ sahibi, çirkin iş yapamaz. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi:
(Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binâlar yapmakla hayâtınızı harcamayınız!)
21.9.2015
[Continue Reading]

Her şeyin kıymetini, ehli bilir

"Nimetlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yani emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim."


Nimet, faydalı şey demektir. Şükür ise, bütün nimetleri İslâmiyete uygun olarak kullanmak demektir. Her nimetin, külfet karşılığı olduğunu da unutmamak lâzımdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmaktan daha büyük bir nimet olmaz. Allahü teâlâ, nimetlerini dilediğine ihsân eder çünkü O, pek çok nimet ihsân edicidir. Âhırette Cennete gidecek olanlar, dünyada, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlayamaz ve ebedî nimetlerin kıymetini bilemezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlayamaz, acı çekmeyen de, rahatlığın kıymetini bilemezdi. Malı alınteri ile kazanmayan, mîrâsa konan, kaçakçılık, istifçilik yapan, yahut kendisine piyango, toto vurmuş olan, malın kıymetini bilemez. Câhil kimseler de, ilmin, âlimin ve evliyanın kıymetini anlayamaz ve bilemezler.
Vaktiyle bir genç, Allah adamlarını, evliyâyı, ilmi yetmediği, anlayamadığı için inkâr eder, onları kabul etmezmiş. Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bu gençle karşılaşır ve bu gence yüzüğünü verip;
-Bunu çarşıya götür, bir altına sat buyurur. Genç yüzüğü alır, çarşıya götürür. Çarşıdakiler, yüzüğe bakarlar ve bir gümüşten fazla vermezler. Genç geri gelip durumu anlatınca, Zünnûn-i Mısrî hazretleri;
-Şimdi de bu yüzüğü mücevherâtçılara götür, bakalım ne verirler buyurur. Genç yüzüğü mücevherâtçılara götürür ve onlar yüzüğe bin altın fiyat biçerler. Genç geri dönüp durumu haber verince Zünnûn-i Mısrî hazretleri, gence dönüp;
-Senin Allahü teâlânın sevgili kullarını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğün kıymetini bilmemeleri ve ona göre değer biçmeleri gibidir, buyurur. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı atar ve Allah adamlarına muhabbet etmeye başlar...
Netice olarak, insanların kavuştuğu her nimet, Allahü teâlâya îmân etmenin neticesinde, Onun merhameti ve ihsânıdır. İnsânlara gelen her musîbet ve felâket de, Allahü teâlâyı inkâr etmenin, kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Allahü teâlâ, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nimet, iyilik vermiştir. Îmân, ilim, sıhhat, mal, evlât, büyük nimetlerdendir. Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, şükretmemek, nimete kıymet vermemek olur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Sûre-i İbrâhîmin 7. âyetinde meâlen buyurulduğu gibi:
(Nimetlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yani emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.)
20.9.2015
[Continue Reading]

“Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır”

Allahü teâlâ duâ edenleri, kendisine yönelenleri ve güvenenleri sever. Yapılacak her işte sebeplere yapışmalı ve o sebeplere güç, kuvvet, tesir vermesi için de O'na güvenmeli, tevekkül etmelidir. 

Her zaman ve her işte, Allahü teâlâya tevekkül etmeli, Ona sığınmalıdır. Nimet zamanında şükretmeli, isyan ve nankörlük etmemeli, dert ve belâlar gelince de, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri, kendisine yönelenleri ve güvenenleri sever. İşlenen günâhlar için de, şartlarına uyarak tövbe etmeli ve Allahü teâlânın affına, merhametine güvenmelidir.
Zünnûn-i Mısrî hazretlerini çekemeyen, hased edenler, çeşitli yalanlar uydurup, iftiralar ederek zamanın hükümdarına şikâyette bulunurlar. Hükümdar da, bu işin aslını öğrenmek için, Zünnûn-i Mısrî hazretlerini huzuruna çağırtır. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaşır ve o ihtiyar kendisine;
-Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar sende yoksa ve sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır der. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar;
-Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin? diye sorar. Zünnûn-i Mısrî hazretleri de;
-Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan Müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim, cevabını verir. Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşündükten sonra, yanındakilere dönüp;
-Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır diyerek onu serbest bırakır.
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır. Meşveretten sonra tevekkülü emreyledi. Âhiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emrolundu. Burada, azâbından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lâzımdır. Allahü teâlânın keremine, ihsânına güvenmeli ve emrolunan ibâdetleri yapmalıdır. İslâmiyete uymamız, yani emredilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazîfemizdir. Tevekkül budur ve kulluk böyle olur.”
Netice olarak, yapılacak her işte sebeplere yapışmalı ve o sebeplere güç, kuvvet, tesir vermesi için de Allahü teâlâya güvenmeli, tevekkül etmelidir. Bir âyet-i kerimede meâlen buyurulduğu gibi:
(Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, O'na güven!)
15.9.2015
[Continue Reading]

10 Aralık 2013 Salı

“Namazını güzel kılıyor musun?” - 10.12.2013

İbâdetlerin en kıymetlisi ve İslâm dîninin temeli, her gün beş vakit namâz kılmaktır. Namâz kılmakla hâsıl olan kurb-ı ilâhî yani Allahü teâlânın sevmesi, başka ibâdetleri yapmakla nâdir nasîp olur. Her gün, beş vakit namâzı, dünyâ işlerini düşünmeden, cemâ'atle, ta'dîl-i erkân ile, abdesti dikkatli alarak ve müstehab olan vakitlerinde kılmalıdır.
Namâzın sahîh olması için, abdest almak, kullanılan suyun temiz olması, namâzı vaktinde, kıbleye karşı kılmak, namâzdaki âyetleri, tesbîhleri, duâları doğru okumak ve dahâ nice şartları, vesîleleri bilmek ve yapmak lâzımdır. Her ibâdetin de böyle şartları, vesîleleri vardır. Hadîs-i şerîfte;
(Allahü teâlâ, her gün beş vakit namâz kılmayı emretti. Güzel abdest alıp, bu beş namâzı vakitlerinde kılan, rükû ve secdelerini iyi yapanları, Allahü teâlâ, af ve mağfiret eder) buyuruldu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
“Nice abdest alanlar vardır ki, abdestlerini güzel almazlar. Nice namâz kılanlar vardır ki, namâzlarını huşû ile kılmazlar. Eğer kendilerini karınca ısırmış olsa, namâzı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azametini bilenlerin, namâzda ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir.”
Rebâh bin el-Hirevî hazretleri şöyle anlatır:
“Îsâ bin Yûsuf hazretleri, bir mecliste sohbet etmekte olan Hâtim-i Esam hazretlerine uğrar ve;
-Ey Hâtim! Sen namâzını güzel kılıyor musun? diye sorar. Hâtim-i Esam hazretleri;
-Evet cevabını verince;
- Nasıl kılıyorsun? deyince, Hâtim-i Esam hazretleri;
-Rabbimin emrine uyarak, korku ile kalkıyorum, emredildiği şekilde niyet ederek namaza başlıyorum. Rabbimi büyük bilip tekbir alıyorum. Tecvid kaidelerine uyarak  ve tefekkürle yani okuduklarımın anlamlarını düşünerek okuyorum. Huşû ile rükû ve tevâzu ile secde ediyorum. Teşehhüdde şartlarına uyarak  oturuyorum. Peygamber efendimizin emrettiği gibi selâm veriyorum ve selâmı Allah için yapıyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölene kadar bu hâli muhâfaza ediciyim, cevabını verir. Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf hazretleri;
-Sen namazını güzel kılıyorsun buyurur.”
İmâm-ı Taberânî hazretlerinin Evsât kitabında şöyle bildirilmiştir:
“Bir mü'min namâzını güzel kılar, rükû ve secdelerini tamâm yaparsa, namâz sevinir ve nûrlu olur. Melekler, o namâzı göğe çıkarır. O namâz, namâzı kılmış olana, iyi duâ eder ve sen beni kusûrlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza etsin, der. Namâz güzel kılınmazsa, siyâh olur. Melekler o namâzdan iğrenir. Göğe götürmezler. O namâz, namâzı kılmış olana, fenâ, kötü duâ eder. Sen beni zâyi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyi eylesin, der.”
Netice olarak, namâz kılarken, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar. Beş vakit namâz kılan, her gün beş kerre yıkanıp temizlenen kimse gibi, günâhlardan temizlenir. Her gün beş vakit namâzı doğru olarak kılana yüz şehît sevâbı verilir. Bunun için namâzları, emredildiği şekilde ve şartlarına uyarak kılmalıdır.
10.12.2013
[Continue Reading]

8 Aralık 2013 Pazar

Dünyâyı seven kalb, hastadır - 09.12.2013

Küfre, inkâra, isyâna sebep olan şeyler, harâmlar, mekrûhlar, günâhlar, dünyâ demektir. Mubâhlar, islâmiyete uymaya mâni olunca, dünyâ olurlar.
Muhabbet, sevmek, hep berâber olmayı istemek, berâber olmaktan zevk, lezzet duymak demektir. İnsân sevdiğini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri kalbdir. Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Bu kuvvete gönül denmektedir. Küfrü, inkârı, harâmları, mekrûhları sevmek, beğenmek, farzları, sünnetleri de beğenmemek, küfür olur, dünyâ olur. Müslümân olmak için, dünyâ sevgisini kalbden çıkarmak lâzımdır. Dünyâyı hâtırlamayı kalbinden çıkarana Sâlih Müslümân denir.
Dünyâyı seven, hâtırlayan kalb, hastadır. Kalbin temiz olması, dünyâ denilen şeyleri sevmekten, hâtırlamaktan kurtulması demektir. Kalb hastalığının ilâcı, İslâmiyete uymak ve Allahü teâlâyı çok zikretmek, yani ismini ve sıfatlarını hâtırlamak, kalbe yerleştirmektir.
Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, ni'met yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Hadîs-i şerîfte;
(Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyâya gönül bağlaması, çok şaşılacak şeydir) buyuruldu.
Bu dünyâ, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrûm kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evlâdını tanımayacağı o gün için, hâzırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyâda da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişmân olacaklardır.
Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamânda, yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamânda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni'metler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, İslâmiyeti beğenmeyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır.
Dünyâlık toplamak için, dîni âlet edenler, din hırsızıdır. Dinlerini dünyâ menfeati için satanlar hakkında, Bekara sûresinin 16. âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Câhiller, ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyâyı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alışverişlerinde bir şey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti)  buyurulmaktadır.
Netice olarak, İslâmiyeti öğrenmeyen, emir ve yasaklarına uymayan ve bunları öğrenip yapmak için çalışmayan, nefsinin istekleri peşinde koşan, dünyâyı seven Müslümânın kalbi hastadır. Müslümân olmayan kimsenin kalbi ise, ölüdür ve hakikatleri göremediği için kalb gözü de kördür.
09.12.2013
[Continue Reading]

“Şeytan da sizden şikâyetçi” - 08.12.2013

İmân ile küfür birbirlerine zıt olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı yani harâmları, günâhları terk etmek lâzımdır. Resûlullah efendimiz;
(Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyâyı dinden üstün tutmadıkça, Allahü teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyâya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ, onlara, yalan söylüyorsun! buyurur) buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, buyuruyor ki: “Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, mâlâya'nî ile yani faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, hep bunun için dünyâ demektir. Peygamber efendimiz; (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir) buyurmuşlardır. Allahü teâlânın sevmediği bu dünyânın arkasında koşmamalıdır! Ne sattığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak alçaklık ve ahmaklıktır. Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak isteyenin, dünyâdan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamânda, dünyâyı tamâmen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, yani terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da, her işte İslâmiyete uymak demektir. Dünyâyı yani nefsin arzûlarını, böyle hükmen de terk edemeyen kimse, münâfık demektir. Îmânlı olduğunu söylemesi, âhırette kendisini kurtaramaz.” Bir gün Tâbiînin büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerine, talebeleri ve sevenleri gelerek, kendilerine vesvese veren şeytânı;
-Efendim; Şeytânla başımız dertte, biz ondan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. ‘Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak’ diyor ve bizi hayır işler yapmaktan alıkoyuyor diye şikâyet ederler. Hasan-ı Basrî hazretleri, talebelerinin bu şikâyetleri karşısında tebessüm ederler. Talebeleri;
-Efendim, gülmenizin sebebi, hikmeti nedir dediklerinde, Hasan-ı Basrî hazretleri, cevaben;
-Şikâyetçi olduğunuz Şeytan da, biraz önce buradaydı. O da sizden şikâyetçi. Hatta bana;
“Şu talebelerine ve seni sevenlere nasîhat eyle de benim hakkıma tecâvüz etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ beni huzûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennemi bana mülk olarak verdi. Cenneti ve kanâati ise, kendisine înanan ve itâat edenlere  verdi. Şimdi bunlar, kendilerine verilenleri bırakarak benim mülküme, benim sahâma girmek istiyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine vermiyorum” dedi, der ve;
Eğer sizler, şeytanın vesvesesinden kurtulmak ve bundan emîn olmak istiyorsanız, dünyâyı yani harâmları, günâhları terk edin ve dünyâ sevgisini gönlünüzden çıkarın, buyurur. Netice olarak, âhıretin büyüklüğünü anlayan, dünyâya kıymet vermez ve sevmez. Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyâya kıymet veren, âhıreti gücendirir.
08.12.2013
[Continue Reading]

5 Aralık 2013 Perşembe

“Bid'atlerin hepsi, dalâlettir” - 03.12.2013

Dinimizin emir ve yasaklarında yapılan her değişiklik, bid'attir, doğru yoldan ayrılmaktır. Bu konuda, İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“En mesût, en kazançlı kimse, dinsizliğin çoğaldığı bir zamânda, unutulmuş sünnetlerden birini meydâna çıkaran ve yayılmış bid'atlerden birini yok eden kimsedir. Peygamber efendimizin  zamânından uzaklaştıkça, sünnetler örtülmekte, yalanlar çoğaldığı için, bid'at yayılmaktadır. Bir kahramân lâzımdır ki, sünnete yardım edip, bid'ati durdursun. Bid'ati yaymak, dîn-i islâmı yıkmaktır. Bid'at çıkarana ve işleyenlere hürmet etmek, onları büyük bilmek, İslâmiyetin yok olmasına sebep olur. Hadîs-i şerîfte;
(Bid'at işleyenlere büyük diyen, Müslümânlığı yıkmaya yardım etmiş olur) buyurulmuştur.
Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir. Bir sünneti meydâna çıkarmak ve bir bid'ati ortadan kaldırmak için, son gayretle çalışmak lâzımdır. Her zamân, hele Müslümânlığın çok zayıfladığı bu zamânda, İslâmiyeti kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid'atleri yıkmak lâzımdır. Bid'atlerden bâzılarına, hasene yani güzel ismi verilmiş ise de, bid'atlerden hiçbirini güzel görmüyorum. Hepsini karanlık ve bulanık görüyorum.
Müslümânlığın zayıfladığı bu zamânda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla; dîni yıkmak ise, nasıl olursa olsun, herhangi bir bid'ate kapılmakla olduğunu görüyorum. Bid'atlerin her birini, İslâm binâsını yıkan bir kazma gibi, sünnetleri ise, karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum.
Eski zamânlarda, İslâmiyet kuvvetli olduğundan, bid'atlerin zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden bâzıları, İslâmiyetin her tarafı kaplayan kuvvetli ziyâsı arasında, parlak sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu. Hâlbuki, bu bid'atlerde de, hiçbir parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise, Müslümânlık zayıflamış, kâfirlerin âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, Müslümânlar arasına yerleşmiş, moda olmuş olduğundan, her bir bid'at, zararını göstermekte, kimsenin haberi olmadan, Müslümânlık sıyrılıp gitmektedir.
Zamânımızda bid'atler, dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmektedir. Sünnetler çok azalmakta, nûrları da, bir karanlık gecede, tek tük uçan ateş böcekleri gibi parlamaktadır. Bid'at işlenmesi çoğaldıkça, gecenin karanlığı artmakta, sünnetin nûru azalmaktadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakta, bu nûru çoğaltmaktadır. İsteyen, bid'at karanlığını çoğaltsın, istiyen de sünnetin nûrunu arttırsın. Şunu iyi biliniz ki, şeytân fırkasının sonu felâkettir. Allahü teâlânın fırkasında olan, saâdet-i ebediyyeye erecektir.”
Netice olarak, Peygamber efendimizin bir hadîs-i şerîflerinde buyurdukları gibi:
(Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâ'at ediniz! Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zamân, benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız! Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız! Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır.)
03.12.2013
[Continue Reading]

18 Kasım 2013 Pazartesi

“İslâmın ağır yükünü sen taşıdın” - 19.11.2013

Eshâb-ı kirâm yani ilk Müslümanlar, birbirlerini çok sever ve hürmet ederlerdi. Birbirlerini kardeş bilir, birbirlerine iyilik, yardım etmeyi mukaddes vazîfe kabûl ederlerdi. Fetih sûresinin son âyetinde meâlen;
(Resûlullah ve Onunla birlikte olanlar, birbirlerini her zamân çok severler ve her zamân kâfirlere düşman olurlar!) buyurulmuştur.
Hazret-i Ali, hazret-i Ebû Bekr'in vefâtında, Onun hakkında;
“Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce îmâna gelen sensin. Senin îmânın, hepimizin îmânından dahâ sâf oldu. Senin yakînin, dahâ kuvvetli, Allahtan korkun dahâ büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten dahâ cömert idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sendin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden dahâ iyi idi. Hayır sâhiplerinin birincisi sensin! Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzûrunda, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsânda, güzel huylarda, Ona en çok benzeyen, sen oldun. Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, Onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde Sıdk ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamânlarında yardımcı oldun. Sulhda, Onun huzûrunda, harplerde, Onun yanında idin. Onun ümmetinin halîfesi, Onun dîninin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâma kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zamân, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Mustafâ'nın yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü'minlere şefkatli, affedici baba idin. İslâmın ağır yükünü sen taşıdın. Sen, rüzgârların oynatamayacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluktu, ilimdi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Bozuk inançların kökünü kazıdın. Güçlükleri, Müslümânlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtetlik ateşini söndürdün. İslâma, îmâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhâcirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir” buyurur ve çok ağlarlar. Daha sonra;
“Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olduk. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullahtan ayrılık acısından sonra, bize senin vefâtından dahâ acı bir musîbet gelmedi. Sen mü'minlere sığanak, dayanak ve gölge idin. Münâfıklara karşı çok sert idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzûruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun” buyurur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, hazret-i Alî'nin  sözlerini dinler ve ağlarlar.
Netice olarak, İslâm bilgilerinin kaynağı, Eshâb-ı kirâmın sözleridir. Eshâb-ı kirâmı kötülemek, İslâmiyeti kötülemek olur. Hâlbuki Eshâb-ı kirâmın hepsi, Peygamberlerden başka, gelmiş ve gelecek bütün insanların hepsinden, her bakımdan dahâ üstündürler.
19.11.2013
[Continue Reading]

17 Kasım 2013 Pazar

Allahü teâlânın kullarına iyilik etmek - 17.11.2013

Allahü teâlânın en çok sevdiği amel ve ibâdet, kim olursa olsun, Onun kullarına hizmet, iyilik etmektir. Allahü teâlânın mahlûklarına karşı merhametli ve şefkatli olan, daima merhamet ve şefkatle karşılanır. Eden kendine eder. İyilik eden de kötülük eden de kendine eder. Bir insân, acaba ben Rabbimin indinde makbul müyüm, değil miyim, ben duâ alabiliyor muyum, diye kendisine sormalıdır.
Allahü teâlâ, çoluk, çocuk edinmekten münezzeh olduğu hâlde kullarına ıyâlim demiştir. Kullarına yardım edenleri çok sever. Evliyânın büyüklerinden olan Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri, önceleri çok fakir imiş. Bu fakirlik dönemlerinde bir lokantanın önünden geçerken bir fakiri açlıktan ölecek hâlde görmüş. Parası da olmadığı için, lokanta sâhibine;
-Param yok ama başımda şu sarığım var. Bu sarığımı sana versem, sen de kesip bez yapıp lokantada kullansan, bunun karşılığında da, şu fakire bir çorba versen olur mu? demiş. Lokantanın sâhibi;
-Olur, niye olmasın demiş ve fakire çorbayı vermiş.
Bu hâdiseden sonra, Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerine, Allahü teâla çok büyük servet vermiş. Fakat bu serveti, kendisi için değil, Allahü teâlânın kulları için kullanmış.
Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri gençlik yıllarında medresede dört arkadaşı ile kalıyormuş ve evliyâlık hallerinden de hiç haberi yokmuş. Sadece ilim öğreniyormuş. Bir gün  arkadaşları çok hasta olmuş. Doktor gelmiş, Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerine;
-Hemen bu odayı terk et, çünkü bunlar bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış, sana da bulaşır ve sen de ölürsün demiş. O ise;
-Kader böyle ise ölürüm deyip, arkadaşlarını bırakmamış, gece gündüz onların hizmetlerini yapmış, katiyyen odayı terk etmemiş. Bir sabah uyandığında, bütün vücûdunun değiştiğini ve nûra gark olduğunu görmüş. Hemen ellerini açıp;
“Ya Rabbî, arkadaşlarıma şifâ ihsân eyle” diye duâ etmiş ve arkadaşları da iyi olmuş. Böylece Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerinin, arkadaşlarına hizmetin karşılığı olarak kalb gözü açılmış ve evliyâ kullar arasına girmiştir.
Netice olarak, Allahü teâlânın varlığına inanan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendisine kötülük yapanlara, sabırla karşılık verir, münakaşa etmez. Günâhlarına, yaptığı kusûrlara tövbe eder. Verdiği sözü tutar, sözünün eri olur. Her iyiliği Allahü teâlânın rızâsı için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve onlara kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir, onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez, keyfi peşinde koşmaz, zararlı ve hattâ faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkiyi herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân kendisini gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz...
17.11.2013
[Continue Reading]

“Sakın büyüklenme!” - 12.11.2013

İnsânın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibir ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibir sıfatıdır. Kibir, kendini büyük bilmek, üstün görmektir.
Allahü teâlâ ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır.
Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak demektir. Bu sebeple kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz, en büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde;
(Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu.
Bunun içindir ki, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur. Zira kibirli olanı, Allahü teâlâ sevmez. Bütün Peygamberler, her işlerinde, tevâzu göstermiştir.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Mişkât-ül-envâr kitâbında diyor ki:
“Kalb, meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, haset, kibir gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i şerîfte;
(Köpek ve resim bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfteki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık mânâlarına inanmakla berâber, yukarıdaki mânâları da ilâve ediyorum.”
Sa'dî-i Şîrâzî hazretleri şöyle anlatır:
“Bir âlim, yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken, kendi hâlini düşünerek böbürlenir. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmez. Âlimin bu hâlini fark eden sarhoş, başını kaldırarak bu âlim kimseye hitaben;
-Ey ilim sâhibi olan iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret! Sakın büyüklenme! Zîrâ kibirden mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme! Zira o hâl, senin de başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin der.”
Hazret-i Ömer, Şâm'a gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri karşılar. Halîfe, su kenârından geçerken mestlerini çıkarır, ayaklarını suya sokar. Bunun üzerine Ebû Ubeyde hazretleri;
-Yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsunuz? Bütün Şâmlılar Müslümânların halîfesini görmek için toplandılar, sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmeyecekler deyince, hazret-i Ömer;
-Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslümân olmakta ve ibâdet yapmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. Allahü teâlâ Müslümân yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelil, her şeyden aşağı eder buyurdu.
Netice olarak kibir, kendini başkalarından üstün görmektir ki, kötü bir huydur, harâmdır. Allahü teâlâyı unutmanın alâmetidir. Hadîs-i şerîfte;
(Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez) buyurulmuştur.

12.11.2013
[Continue Reading]

“Mü'minler birbirlerini severler” - 11.11.2013

İslâmiyeti kabul edip, emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan kimseye, Müslümân denir. Allahü teâlâ, Müslümân olanların, birbirlerini sevmelerini emretti. Bunun için, Hubb-i fillah yani Allahü teâlâyı ve Onu sevenleri sevmek ve Buğd-ı fillah yani Allahü teâlâya ve Onun sevdiklerine düşman olanları sevmemek, îmânın şartı oldu. Tövbe sûresinin 72. âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Mü'minlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler) buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yarattı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda topladı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını fedâ ettiler. Onu canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden dahâ çok sevdiler. Onu aşırı sevdikleri için, Onu sevenleri yani birbirlerini de çok sevdiler. Eshâb-ı kirâmın hepsinin birbirlerini çok sevdiklerini Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.
Allahü teâlâyı seviyorum diyenlerin, Eshâb-ı kirâm gibi olmaları lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir, kendiliğinden hâsıl olur.
Eshâb-ı kirâm, dinimizin emrettiği gibi birbirlerini kardeş bilirler ve çok severlerdi. Abdullah ibni Ömer hazretleri bir gün Resûlullah efendimizin huzûruna geldiğinde, kendisine çok iltifât edip;
(Kıyâmet günü herkesin berâtı, yani kurtuluş vesîkası, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah'ın berâtı ise, dünyâda verilmiştir) buyurmuştur. Peygamber efendimize, bunun sebebi sorulduğunda;
(Kendisi vera ve takvâ sâhibi olduğu gibi, duâ ederken “Yâ Rabbî! Benim vücûdumu, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından dahâ çok sevdiğini göstermiştir)buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın da böyle duâ etdiği Menâkıb-i çihâr yâr-ı güzîn kitâbında yazılıdır.
Tebük gazâsında ağır yaralanan Eshâb-ı kirâmdan birkaçı çok susamıştı. Bir Müslümânın getirdiği bir bardak su, hangi yaralıya verildi ise;
“Önce, su istediğini işittiğim din kardeşime ver” diyerek birbirlerine gönderdikleri ve suyu içmeye sıra gelmeden herbirinin şehîd olduğu, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-yı se'âdet kitâbında ve diğer kitâplarda yazılıdır. İşte, Resûlullah efendimizin Eshâbı, birbirini bu kadar çok seviyordu.
Netice olarak sevmek demek, sevdiğinin yolunda bulunmak demektir. Dünyâda birbirini sevenlerin rûhları, dünyâda birbirlerini cezbettiği gibi, kıyâmette de birbirlerini cezbederler. Hadîs-i şerîfte;
(Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, Peygamber değildir. Peygamberler ve şehîtler, kıyâmet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımayan, uzak yerlerde yaşayan, Allah için birbirini seven mü'minlerdir) buyuruldu.
11.11.2013
[Continue Reading]

“Biz âhiret için çalışıyorduk” - 10.11.2013

Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhıretten sayılırlar. Dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar İslâmiyete uygun kullanılırsa, âhırete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni'metlerine kavuşulur.
Kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. İnsan da, ne için yaratılmış olduğunu unutup, âhıret hâzırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir.
Dünyâ sevgisi, âhırete hâzırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. İmân ile küfür birbirlerine zıt olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır, dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı yani harâmları terk etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki türlüdür:
Birisi, bütün harâm olan şeylerle berâber, mubâhları da, yani günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmaktır.
İkincisi, dünyâda harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmaktır.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktâr tohumluk buğday verir ve;
-Evlâdım bu tohumluk buğdayların yarısını, tarlanızın bir kısmına kendiniz için, diğer kısmına da, kalan tohumluk buğdayları bizim için ekiniz buyururlar.
Talebe, emredildiği şekilde tohumluk buğdayları eker... Ekinlerin yetiştiği mevsimde, hocası ile tarlaya giderler. Talebenin kendisi için ektiği taraftaki ekinler, çok güzeldir. Hocası için ektiği tarafta ise, hiçbir şey bitmemiştir. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, talebesine dönerek;
-Evlâdım, bu tarladaki ekinlerin hangisi bizim, hangisi sizindir, diye sorunca, talebe son derece utanır ve kendisi için ektiği tarafı göstererek;
-Bu taraftakiler sizindir efendim der. Bunun üzerine Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, güzel yetişmekte olan ekinlere bakarak;
-Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı? deyip, üzüntüsünü dile getirir. Hocasının üzüldüğünü gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderir.
Âhıret işleri, dünyâ işlerine benzemez. Bu dünyâ, yok olmak için yaratıldı, yok olacaktır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile âhıret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır.
Netice olarak dünya ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi:
(Yalnız dünyâ için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur.)
10.11.2013
[Continue Reading]

“Sizi Allahü teâlâya ısmarladım” - 05.11.2013

Resûlullah efendimiz, hicretin 11. yılı, Safer ayında hastalanırlar. Hastalığın artması üzerine  Medîneli Müslümânlar çok üzülür ve Mescid-i şerîfin etrâfında pervâne gibi dolaşmaya başlarlar. Bu hâl, Resûlullah efendimize haber verilir. Merhamet buyurarak, sıkıntıya katlanıp mescide teşrif ederler ve minbere çıkarak buyururlar ki:
(Ey Eshâbım! Benim ölümümü düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir Peygamber, ümmeti arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasîhatim olsun ki, Muhâcirlerin büyüklerine saygı gösteriniz.
Ey Muhâcirler! Size de vasiyyetim şudur ki, Ensâra iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim, Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusûr edenleri olursa affetsin... 
Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bıraktı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi.)
Bu sözlerinden, Peygamber efendimizin yakında vefât edeceğini anlayan hazret-i Ebû Bekir;
-Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! diyerek ağlar. Resûlullah efendimiz, Ona, sabır ve katlanmak lâzım geldiğini emrederler. Daha sonra Resûlullah efendimiz buyururlar ki:
(Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değiştirmeye, irâdesinden üstün olmaya kalkışırsa, Onu kahır ve perîşan eder. Allahü teâlâya hîle etmek, Onu aldatmak isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır.
Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır. Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın.
Ey Müslümânlar! Kâfir olmak, günâh işlemek, ni'metin değişmesine, rızkın azalmasına sebep olur.
İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâat ederse, hükûmet başkanları, âmirleri, vâlileri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücûr, taşkınlık yapar, günâh işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar.
Benim hayâtım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız yere döğmüş veyâ fenâ bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, birinizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine râzıyım ve helâlleşmeye hâzırım. Çünkü dünya cezâsı, âhıret cezâsından pek hafîftir. Buna katlanmak daha kolaydır.)
Peygamber efendimiz, namâz kılındıktan sonra tekrâr minbere çıkıp, vasiyet ve nasîhatten sonra;
(Sizi Allahü teâlâya ısmarladım) diyerek odasına çekilirler.
Netice olarak, Peygamber de olsa hiçbir insân, dünyâda bâkî değildir. İnsân, Allahü teâlâyı, Onun emir ve yasaklarını unutur, dünyâ zevklerine dalarsa, dertleri, üzüntüleri artar, çeşitli güçlüklerle karşılaşır. Eğer insân, Allahü teâlânın emirlerini yapar, yasaklarından sakınırsa, kısaca yüzünü âhırete çevirirse, dünyâda rahat, huzûrlu olur, âhırette de ebedî saâdete kavuşur.
05.11.2013
[Continue Reading]

“Allahü teâlâ bize yetişir” - 04.11.2013

Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle güvenmesi, Ona inanması ve Onunla rahat etmesidir. Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz, dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Âl-i îmrân sûresinin 173. âyet-i kerimesinde meâlen;
(Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) buyurulduğunu iyi anlayıp, her şeyi Allahü teâlâ yapar, Ondan başkası bir şey yapamaz, Onun rahmetinin, iyiliğinin sonsuz olduğuna inanan bir kimse, sebeplere değil, Allahü teâlâya güvenir. Rızık takdîr edilmiş, ayrılmıştır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Bâzı kimseler, buna inanır ammâ, içinde bir korku bulunur. Çok kimse, bir şeye inanırlarsa da, tabîatları, îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi olur. Meselâ, tatlı yerken, başka biri tatlıyı pis bir şeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine yiyemez. Ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemeyeceğini bildiği hâlde, yatamaz.
Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şüphe kalmaz.
Huzeyfe-i Mer'aşî hazretleri, İbrâhim bin Edhem hazretlerine hizmet ederdi. Bunun sebebini soranlara, yaşadığı şu hâdiseyi anlatmıştır:
“Mekke'ye giderken çok acıkmıştık. Kûfeye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. İbrâhim bin Edhem hazretleri bana;
-Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın? dedi. Ben de;
-Evet dedim. Hokka, kalem, kâğıt istedi. Bulup getirdim ve kâğıda;
‘Bismillâhirrahmânirrahim. Her şeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin. Sana her ân hamd ve şükreder, Seni bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum’ diye yazıp, bana verdi ve;
-Dışarı çık ve Allahü teâlâdan başka hiç kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın kimseye bu kâğıdı ver dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaştım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı ve;
-Bunu kim yazdı? dedi.
-Câmide birisi dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu etraftakilere sordum;
-Nasranî yâni Hıristiyandır dediler... İbrâhim bin Edhem hazretlerine bunları anlattım.
-Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir, buyurdu. Az zaman sonra Nasrânî, İbrâhim bin Edhem hazretlerinin huzûruna geldi ve;
-Bu yazıyı yazan siz misiniz? dedi. Ondan 'Evet' cevâbını alınca;
-Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allahü teâlâya olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Parayı verdiğim kimseyi tâkip ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiyet'i anlatır mısınız? diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve Müslüman oldu.”
Netice olarak, itimat, güven ve rahatlık tam olmadıkça, tevekkül tam olmaz. Çünkü tevekkül, kalbin, her işte, Allahü teâlâya i'timat etmesi, güvenmesi demektir.
04.11.2013
[Continue Reading]

Hicret, sene başlangıcı oldu - 03.11.2013

Hicret; sözlük anlamı itibariyle, bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındadır. İslâm tarihinde, Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesine Hicret denmektedir.
Peygamber efendimiz 53 yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının 27. Perşembe günü sabah erken evinden çıkarak, öğleden sonra hazret-i Ebû Bekr'in evine geldi. Birlikte Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Bu dağın yolu çok bozuk idi. Peygamber efendimizin mübârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, Pazartesi gecesi yola çıktılar. Bir hafta yolculuktan sonra Eylül ayının 20. ve Rebî-ul-evvel ayının 8. Pazartesi günü Medîne'de Kubâ köyüne geldiler. Rebî-ul-evvelin 12. Cumâ günü Medîne'yi şereflendirdiler.
Mekkeli müşrikler, Resûlullah  efendimize ve Eshâb-ı kirâma  karşı olan düşmanlıklarını günden güne artırarak Müslümânları muhâsara ettiler. Eshâb-ı kirâmın bâzısı, önce Habeşistâna, daha sonra da Medîne-i münevvereye hicret etti. Böylece, Mekke-i mükerremede, hazret-i Ebû Bekir ile hazret-i Alî'den başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Ebû Bekir hicret için birkaç kere izin istemiş, fakat Peygamber efendimiz;
(Sen benimle berâber hicret edersin) buyurarak izin vermemiş ve Allahü teâlâdan, hicret için, izin bekliyordu.
Mekkeli müşrikler, Ebû Cehil'in teklifi üzerine Resûlullah efendimizi öldürmeye karar verirler. Kâtilin belli olmaması için de, her kabîleden on iki kadar kimse toplayarak çarşambayı perşembeye bağlayan gece, Resûlullah efendimizin evinin etrâfını kuşatırlar. O ânda Allahü teâlâ hicret etmesi için emir verir ve hazret-i Alî'yi kendi yatağına yatırıp, Yasîn sûresinin 8 âyet-i kerîmesini okuyarak, sabâh olmadan çıkıp, müşriklerin arasından geçip gider. Öğleye kadar, anlaşılamayan bir yerde kalıp, öğle vakti, hazret-i Ebû Bekr'in evine gelirler. O gece, hazret-i Ebû Bekir ile birlikte evden çıkarak, Sevr dağındaki mağaraya giderler. Mağarada üç gece kaldıkdan sonra, Rebî'ul evvel ayının ilk pazartesi günü çıkıp, denize yakın yoldan deve ile Medîne'ye doğru yolcu olurlar. Bir hafta yolculukla, Eylül ayının 21. ve Rebî'ul-evvel ayınan 8. pazartesi günü, Medînede Kubâ köyüne gelirler. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Rebî'ul-evvelin 12. Cuma günü Medîne'ye hareket ederler ve aynı gün vâsıl olurlar.
Hazret-i Ömer halîfe iken, o seneki Muharrem ayının birinci günü, yanî hicretten 70 gün evvel, Müslümânların Hicrî kamerî sene başlangıcı oldu. Müslümânlar arasında sene târihleri, hazret-i Ömer'in  emri ile başladı. Târih başlangıcının, hicret senesi Muharrem ayının birinci günü olması, Eshâb-ı kirâmın söz birliği ile de, kabûl edildi. Mîlâdın 622 senesinde, Allahü teâlânın emri ile, Mekke'den Medîne'ye yapılan bu yolculuğa Hicret denir.
Netice olarak, Muharrem ayı, Kur’ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümânların kamerî yılbaşı gecesi ve birinci günü de, Müslümânların kamerî senesinin, birinci günüdür.
Hicrî yeni yılınız mübârek olsun…
03.11.2013
[Continue Reading]

İnsanın yaratılmasından maksat - 29.10.2013

İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk vazîfelerini yerine getirmek içindir. Vezzâriyât sûresiniin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen;
(İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yarattım) buyurulmuştur.
İbâdet, kalbin ve rûhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kulluk vazifelerini yaparak, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir.
Her mahlûkun bir yaratılış maksâdı olduğu gibi insan da, bu dünyâda bir gâye için yaratılmıştır. O da, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak da, Onun kullarına iyilik etmekten, o kullara vermekten, fedakârlıkta bulunmaktan ve bu kulların duâsını almaktan geçer.
Din Büyüklerinden biri, kardeşini rüyâda görür. Kardeşi Cennette  olmasına rağmen üzüntülüdür. Sebebini sorduğunda;
-Kıyâmete kadar, böyle üzüleceğim. Çünkü Cennetteki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel derece yoktu. Oraya gitmek istedim.
“Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için bırakanlarındır” diye bir ses işittim.
-Allah için bırakmak nasıl olur dedim.
-Sen bir gün, bu malım Allah rızâsı için helâl olsun demiştin, sonra sözünde durmamıştın. Sen sözünde dursaydın, burası da senin olacaktı dediler, dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insân, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı.
Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok tâlihli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeyi saâdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını yetiştirmekle öğünmek, akıl îcâbıdır.
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezîz yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, oyun ve eğlence için değildir. Yaratılmasından maksat, Allahü teâlâya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir.”
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de;
“İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır” buyurmuştur.
Netice olarak insân, dünyâda kalmak için değil, sâhibine, yaratanına kul olmak için yaratıldı. Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyâda müminlere ve inkâr edenlere birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyâda karşılığını verdiği hâlde, âhırette inkâr edenlere merhamet olunmayacaktır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin Hûd sûresinin, 16. âyetinde meâlen;
(Dünyâda yaşamayı ve eğlenmeyi isteyenlerin çalışmalarının karşılığını bol bol veririz. Bir şeyi esirgemeyiz. Bunlara âhırette yalnız Cehennem ateşi verilecektir. Emekleri âhırette boşa gider. Yalnız dünyâ için yaptıkları işlerine, âhırette bir karşılık hâsıl olmaz) buyurulmuştur.
29.10.2013
[Continue Reading]

Evliyâlıkta kerâmet şart değildir - 28.10.2013

Müslümân olmak için, dünyâya yani harâmlara kıymet vermemek lâzımdır. Dünyâyı hâtırlamayı kalbinden çıkaran Müslümâna sâlih, Allahü teâlâdan başka her şeyi hâtırlamayı kalbinden çıkaran Müslümâna da, velî, evliyâdenir.
Evliyâ, her şeyi öğrenir, bilir. İslâmiyetin hükümlerine uymakta, dünyâ işlerinde aklını kullanır. Hesâbını yapmakta, san'atında, ticâretinde hiç hatâ yapmaz. Fakat, aklındaki düşünceler, kalbine sirâyet etmez, bulaşmaz.
Bir velîden, çok kerâmet meydâna gelmesi, onun üstünlüğünü göstermez. Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya dahâ yakın olmalarına bağlıdır. Dahâ yakın olan bir velî, pek az kerâmet sâhibi olabilir. Allahü teâlâdan dahâ uzak olan bir velî, dahâ çok kerâmet, hârika gösterebilir.
Bu ümmetin sonradan gelen evliyâsında, o kadar çok kerâmetleri olanlar görülmüştür ki, Eshâb-ı kirâmın  hiçbirinde, bunun yüzde biri bile, meydâna gelmemiştir. Hâlbuki, evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir sahâbînin derecesine yetişemez.
Görülüyor ki, evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlayabilmek için, kerâmetlerine, hârikalarına bakmak, câhillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve velîlerin feyiz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayâllerine uyanlar, kavuşamaz. Hazret-i Ebû Bekir, uymak kâbiliyeti sebebi ile, Peygamber efendimize  bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehil'de bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alâmet ve mucizeler gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak saâdeti ile şereflenemedi.
Allahü teâlânın mü'minlerin kalblerine gönderdiği nûrlar, feyizler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara gelmektedir. Bunların feyiz almak kâbiliyetleri artar. Feyizler, Resûlullah efendimizin mübârek kalbinden yayılmaktadır. Gelen feyizleri almak için, Resûlullah efendimizi sevmek lâzımdır. Sevmek de, Onun ilmini, güzel ahlâkını, mu'cizelerini, kemâlâtını öğrenmekle hâsıl olur. Resûlullah efendimiz de, onu görüp severse, feyiz alması çoğalır. Bunun için, sohbetinde bulunup, güzel yüzünü görenler, tatlı sözlerini işitenler, dahâ çok feyiz aldılar. Eshâb-ı kirâm, bu sebeple, çok feyiz alıp, kalbleri dünyâ sevgisinden temizlenerek, ihlâs sâhibi oldular. Kavuştukları nûrlar, feyizler, evliyânın kalblerinden dolaşarak, zamânımıza kadar geldi.
Ebû Ali Sakafî hazretleri;
“Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, onlardaki feyiz ve bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez” buyuruyor.
Abdullah bin Menâzil hazretleri de;
“Kendisinden ilim öğrendiği zâtta ayıp ve kusûr arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz” buyurmuştur.
Netice olarak, velî, evliyâ olmak için, bir insandan hârikaların, kerâmetlerin meydâna gelmesi şart değildir. Peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat etmeleri için mu'cize göstermeleri lâzımdır. Bununla berâber, evliyânın hemen hepsinde, kerâmet görülmüştür. Kerâmet göstermeyen velî pek azdır.
28.10.2013
[Continue Reading]
Powered By Blogger · Designed By Seo Blogger Templates