<data:blog.title/>

<data:blog.pageName/>-<data:blog.title/>









menkıbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
menkıbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2016 Pazar

Dünya ile âhiret arasındaki vakit!

"Allahü teâlâ Âdemoğlunu yarattı. Hangisinin daha güzel amel işlediğini denemek için onları dünyâya yerleştirdi. Sonra onları kabir âlemine nakletti."
 
Ebû Ya’lâ bin Ferrâ hazretleri Hanbelî mezhebi tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl âlimlerinin büyüklerindendir. 380 (m. 990)’de doğdu. 458 (m. 1066)’da Bağdad’da vefât etti. Bir dersinde buyurdu ki:
 Allahü teâlâ Âdemoğlunu yarattı. Hangisinin daha güzel amel işlediğini denemek için onları dünyâya yerleştirdi. Sonra onları kabir âlemine nakletti. Onları burada, kıyâmet gününe kadar tuttu. Onlar kabir âleminde olmakla beraber, amellerinin iyi veya kötü olmasına göre karşılık görürler. Ameli iyi olanlar, kabirlerinde ikrama ve nimetlere kavuşurlar. Amelleri kötü olanlar ise, hor ve hakîr olurlar. Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin yüzüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Kâfirler der ki:) Tâ ki, ben terk ettiğim imânı yerine getirip, sâlih bir amelde bulunayım. Hayır (artık dünyâya dönülmez), müşriklerden her birinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır, önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar” buyuruyor.
Hasen-i Basrî bir gün kabirleri göstererek; “Bunlar, sizin ile âhiret arasında bulunan kabirlerdir” buyurdu.
Atâ Horasânî de; “Kabir, dünya ile âhiret arasındaki vakittir” demiştir.
Ebû Umâme el-Bâhilî, bir şahsın cenâze namazını kılıp cenâze kabre konunca; “Bu andan itibâren, meyyit için mahlûkâtın diriltileceği güne kadar devam edecek bir kabir hayâtı başladı” demiştir.
Oğlu Ebü’l-Hüseyn şöyle anlatmıştır:
Su’ûd el-Habeşî’den işittim, şöyle dedi: “Ben Kâdı Ebû Ya’lâ bin Ferrâ’nın cenâze namazında bulunamadım. Bundan dolayı üzülmüştüm. Vefâtından sonraki ilk cuma günü Dicle kenarına çıkmıştım. Bir zât bana selâm verdi ve; 'Sen İbn-i Yûsuf’un kölesi Su’ûd musun?' dedi. 'Evet' dedim. 'Sana arkadaşın Ebû Ya’lâ’dan bir şey anlatacağım' dedi. 'Buyur' dedim. 'Bu Cuma gecesi bir rüyâ gördüm. Mensûr Câmiinin karşısında Züzanî zaviyesinde bulunuyordum. Şam kapısı tarafından on kişi bana doğru geliyorlardı, içlerinde hiç görmediğim bir şekilde nûr saçan bir zât gördüm. Onlardan birine;
-Aranızdaki bu nûr saçan zât kimdir? dedim.
-O, Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem). Biz de Eshâbıyız, dedi.
-Buraya niçin geldiniz? dedim.
-Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize sor, dedi. Ben de yaklaşıp;
-Yâ Resûlallah, tâ Medîne-i münevvereden buraya teşrîf edişinizin sebebi nedir? dedim; 
-Ebû Ya’lâ bin Ferrâ’nın cenâze namazına geldik, buyurdular...”
23.05.2016
[Continue Reading]

2 Ekim 2015 Cuma

"Bilin bakalım avucumda ne var?"

Ahmed Kuddusi hazretleri, Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Bir gün Padişahın davetiyle İstanbul’a varır.
Mecliste başka âlimler de vardır.
Padişah bir ara avucuna bir şey alır.
Ve sorar ordakilere:
“Bilin bakalım. Avucumda ne var?”
Her biri bir tahminde bulunur:
“Para var.”
“Hayır.”
“Şeker var.”
“Değil.”
Sultan, Kuddusi hazretlerine;
“Siz söyleyin!” der.
O, buyurur ki:
“Dünyaya göz gezdirdim. Bir balığı yavrusunu ararken gördüm.”
Padişahın avcunda bir "balık yavrusu" vardır gerçekten.
Firasetine hayran olur.
“Hocam, sarayda kalsanız” der.
Ama o, nazikçe reddeder.
Ve izin alıp köyüne döner.
Sultan, iki memuru ile bu zata bir torba “altın" gönderir.
Memurlar geldiğinde o, bahçe bellemektedir.
Ama maksatlarını bilmektedir.
Memurlar gelirler.
“Hocam! Padişah emriyle geldik, size biraz ‘altın’ getirdik” derler.
Büyük veli;
“Pekâlâ, açın eteğinizi” der.
Açarlar.
Bir kürek "toprak" alır, eteklerine doldurur.
Toprak, o anda "altın" olur.
Ardından;
“Onları yere dökün!” buyurur.
Dökerler.
Altınlar “yılan, çıyan" olur bu sefer.
Ama o altınları yine alır.
Hepsini fukaraya dağıtır.
2.10.2015
[Continue Reading]

1 Ekim 2015 Perşembe

"Buyurun efendim, hoş geldiniz"

Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh), Nişâbur'da doğdu, 848 senesinde vefat etti...
Bu zatın bir komşusu vardı.
Maalesef ateşe tapardı.
Büyük veli, ona İslâmiyet’i teklif etmek istiyorsa da müsait bir zamanını bekliyordu.
Nihayet bir gece “hırsız” girdi evine.
Ne var ne yok götürdü bütün malını.
Bunu fırsat bilip ziyaretine gitti.
“Uğradığınız musibeti duydum. Çok geçmiş olsun” dedi
Adam çok rahattı:
“Evet, öyle bir şey oldu... Ama mühim değil. Bu gibi şeyler musibet gözükse de aslında nimettir” dedi.
Büyük veli beğendi bu cevabı.
Ve sordu hemen:
“Peki, niçin ateşe tapıyorsun?”
O cevaben;
“Şimdi ona tapıyorum ki yarın yakmasın beni cehennemde” dedi.
Buyurdu ki:
“Sen, yıllarca ona tapıyorsun, ben ise hiç tapmadım. Gel, ikimiz de şu ateşe sokalım elimizi. Bakalım sana iltimas edecek mi?”
Adam çok rahattı.
“Olur, sokalım” dedi.
Önce büyük veli soktu elini ateşe.
Az bekletip sonra çekti.
Allah'ın izniyle eli yanmadı.
Sıra ona gelmişti.
Adam güvenle uzattı elini ateşe.
Uzatmasıyle çekmesi bir oldu.
Sokmak değil yaklaştıramadı bile...
O anda döndü kalbi.
Ve “hidayet nuruyla” aydınlandı yüzü.
Hakikati anlamıştı artık.
Hemen Müslüman oldu...
1.10.2015
[Continue Reading]
Powered By Blogger · Designed By Seo Blogger Templates